zaterdag 17 maart 2012

Orta Doğu'da Özgürlük Rüzgarı



War and Peace - Middle East
IISH Coll.








İster sosyalist, ister milliyetçi, isterse dini bir karakter taşısın, otoriter olan hiçbir siyasal sistemin mevcut dünya koşullarında ayakta kalmak şansı yoktur, hepsi er veya geç yıkılmaya mahkûmdur. Otoriter sosyalizmin sembolü olan Sovyet sisteminin yıkılmasından sonra bu gerçek daha iyi anlaşılmaya başlandı. Dünyanın her tarafında daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla adalet için sesler yükseliyor ve buna karşı direnenler ise mücadeleyi birer birer kaybediyorlar. Kazananlar daima demokrasi, özgürlük ve adaletten yana olanlar oluyor.

İnsanlığın özgürlük yürüyüşü durdurulamaz

Esasında insanlığın tarihine bir bütün olarak bakılırsa bu geçmişte de böyleydi. Ne var ki bunun anlaşılması öyle yazıldığı gibi kolay ol(a)mıyor. Çünkü, insanlığın uzun yürüyüşüyle tek tek insanların nispeten kısa yaşamlarındaki algılama gücü arasında doğrudan bir ilinti yoktur. Bunun algılanması ancak toplumsal hareketlerin bilimsel olarak incelenmesiyle olabilir. Ne yazık ki yakın zamana kadar sosyal tarih çalışmaları genel tarih çalışmalarının gölgesinde kaldı. Dolayısıyla sosyal hareketlerin bilimsel olarak incelenmesi istenilen düzeyde olmadı. Ayrıca, ideolojik ön kabullerin yaygınlığı, soğuk savaş döneminde tarafsız ve objektif bilimsel çalışmaların itibar görmemesi de bunda rol oynamadı denemez.

Bugün ise farklı koşullarda bulunuyoruz: Soğuk Savaş dönemi sona erdi, ideolojik tarafgirlik belirli ölçüde zayıfladı ve sosyal hareketlere yönelik bilimsel çalışmalar arttı. Dolayısıyla bugün insanlığın tarihine global olarak bakıp daha net ve açık bir biçimde şu tespiti yapabiliyoruz: İnsanoğlunun tarihsel yürüyüşü hep özgürlük ve adalet yönünde oldu. Kimi zaman duraklamalar, zikzaklar, hatta gerilemeler olması tarihsel gelişmenin bu ana karakterini değiştiremedi.

Orta Doğu’daki son gelişmeler bunu bir kez daha ve çok açık bir biçimde kanıtladı. Çünkü, ‘her tarafa demokrasi gelir ama Orta Doğu’ya asla’, ya da ‘Araplar adam olmaz’ diye düşünenlerin sayısı kısa bir süre öncesine kadar bir hayli fazlaydı. Bugün ise farklı bir durumla karşı karşıyayız; çünkü Orta Doğu’ya da bahar gelmeye başladı. Özgürlük rüzgârları Avrupa’dan, Amerika’dan, Asya’dan sonra Orta Doğu’da ve Afrika’nın kuzeyinde de esmeye başladı. Görünen o ki bu süreç durmayacak ve bu bölgedeki diktatörlükler yıkılıncaya dek sürecektir.

Ancak unutulmaması gereken bir nokta var: Henüz daha sürecin başındayız ve daha gidilecek çok yol var. Demokrasinin bu bölgede tam anlamıyla ve vazgeçilemez biçimde yerleşmesi doğal olarak zaman alacaktır. Ayrıca bu bölgenin tarihsel ve kültürel özellikleri itibariyle Batı türü demokrasilerin birer kopyası olmasını beklemek gerçekçi değildir. Temel kurallar değişmemek kaydıyla bu ülkeler demokrasiye kendi kültürel renklerini, çeşnilerini mutlaka katacaklardır. Dolayısıyla, daha kesin değerlendirmeleri ancak zaman içerisinde verebileceğiz. Ne var ki bu, bugün itibariyle bazı tespitlerde bulunamayacağımız anlamına gelmez.

Devrim mi, darbe mi?

Türkiye’deki politik gözlemcilerin çoğunun Orta Doğu’daki son olayları ‘darbe’ olarak nitelendirdiğini görüyoruz. Batılı yorumcular ise olan biteni en başından ‘Mısır devrimi’, ‘Tunus devrimi’, ‘Arap devrimi’, ‘Orta Doğu’da toplumsal yer kayması’ tabirleriyle değerlendirdiler. Sanıyorum bu konuda en önemli etken bakış tarzlarının farklılığı oldu. Batılılar olaya pratik olarak yaklaşırken, Türkiye’deki yorumcuların hareket noktası daha çok Lenin’in kullandığı ‘toplumsal devrim’ ve ‘siyasal devrim’ ölçütleri oldu. Ne var ki bu ölçütlerin yaşamda birebir karşılıkları yoktur. İnsanlık artık 1917’lerde yaşamıyor ve günümüzdeki sosyal hareketlere Ekim Devrimi’nin prizmasından bakmak gerçekçi değildir.

Devrim eski bir sözcüktür, sosyal bilimlerde uzun süredir kullanılıyor. Yani, kimi solcuların sandığı gibi sadece sola ait bir tanımlama değildir. Kelime anlamı, ‘köklü değişim’ demektir. Orta Doğu’nun tarihi, toplumsal gelişmenin bugünkü düzeyi ve içinde bulunduğu dinamikler ve bu olayların bütün bölgeye şamil olası sonuçları itibariyle günümüzdeki hareketliliğe devrim demek kesinlikle bir abartı sayılamaz. Elbette ayaklanmalar yeni başladı ve bu toplumsal altüst oluşun sonuçları henüz tam anlamıyla şekillenmiş değildir. Ancak şu bir gerçek: Bugünkü Orta Doğu artık dünün Orta Doğu’su değildir ve köklü bir değişimle karşı karşıya olduğumuz açık bir biçimde görülüyor.

Sosyal hareketlerde periyodlar

İnsanlığın tarihine global olarak bakılırsa zaman zaman tarihin hızlandığına tanık oluyoruz. Arada geçen durgun zamanlarda insanoğlunun adeta daha sonra gelen hızlı dönemlere yönelik olarak güç ve enerji biriktirdiğini söylemek herhalde pek yanlış olmaz. Elbette bu çok bilinçli bir biçimde olmuyor ama aradaki durgun zamanların akabinde toplumsal hareketliliğin hızlanması, böylesi bir şablonun kendiliğinden oluştuğunu ortaya koyuyor.

Daha önceki yüzyıllara bakarsak aradaki durgun zamanların uzun sürdüğünü görüyoruz. Ancak son yüzyılda bu periyodlar kısalmaya başladı. Her 20-30 yılda bir, çok önemli toplumsal ve siyasal değişimlerle karşı karşıya kalıyoruz. 1917 Ekim Devrimi, 40’lı yılların ikinci yarısında sosyalist ülkeler topluluğunun doğması, 68 Baharı’nın ardından Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ve bugünkü sosyal hareketlilik bunun kanıtlarıdır. 20-30 yıllık durgunluğun, güç birikiminin ardından büyük sosyal patlamaların oluşması anlaşılan günümüzün bir gerçeği haline dönüştü.

Bugün, özel olarak Orta Doğu’da özgürlük rüzgarlarının esmesi şimdiye dek sessiz kalan bu bölgede yeni bir ’68 Baharı’na doğru yol aldığımızı gösteriyor. Yani, tarihin hızlandığı bir dönemin eşiğindeyiz. Bu hızlanmanın sadece Orta Doğu ile sınırlı olmaması, zamanla diğer bölgelere sıçraması olasıdır. Çünkü, iletişim ve bilişim teknolojisindeki devasa gelişmeler otoriter sistemlerin ve uygulamaların altını hızla oymaya başladı. Başka ülkelerdeki gelişmeleri ekranlarında gören ve okuyan genç kuşaklar kendi ülkelerindeki diktatörlükleri, baskıcı yöntemleri sorgulamaya başladılar.

Üstelik, facebook ve twitter gibi sosyal medya araçları bu gençlerin birbiriyle iletişim kurup hızla harekete geçmelerini sağlıyor. Tunus’ta elde edilen başarı diğerlerine de cesaret verdi ve hemen harekete geçmelerine yol açtı. Ne var ki, sosyal medyanın sadece birer araç olduğunu, bu halk ayaklanmalarının altında yatan esas nedenin sosyal sınıf farklılıkları ve otoriter sistemlerin nefes aldırmayan anti-demokratik yapılanmaları olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla, eğer sosyal adalet, demokratik hak ve özgürlükler doğrultusunda olumlu gelişmeler olmazsa bu hareketler artarak devam edecek demektir. Sonuç olarak, önümüzdeki günler yeni gelişmelere gebedir.

Sosyal tarihin önemi

Orta Doğu’daki son gelişmeleri, bütün bölgeyi kapsayan halk hareketlerini hiç kimse tahmin edemedi. Bunun en büyük nedeni, bölgeye yönelik bağımsız, objektif bilimsel çalışmaların azlığıdır. Olanların da özellikle Batı ülkelerinin çıkarları temel alınarak yapılmış olması zamanında ve doğru sonuçlar çıkarılmasını engelledi. Bu nedenle ayaklanmalar patlayınca herkes apışıp kaldı. İşte sosyal tarihin önemi burada yatmaktadır. Sosyal hareketleri tarihsel süreç içerisinde kanıtlarıyla tespit etmek, bunları incelemek, nedenlerini araştırmak ve sonuçlar çıkarmaktır. Sosyal tarihi genel tarihten ayıran ana çizgi budur.

Kimileri sosyal tarih çalışmalarını küçümsemeye çalışır, sosyal grupların hareketlerine önem vermez, daha çok devlet yöneticileri, elitler neler yapmış, bunları incelemeye önem verir. Kuşkusuz bunlar genel tarihin ana konularıdır ve araştırılmaları gerekir. Ama öte yandan, toplumun alt kesimlerinde neler olup bittiğinin de araştırılması, incelenmesi gerekir. Modern toplumlar sadece elitlerden, yöneticilerden oluşmuyor. Alt tabakalarda sosyal sürece katılıyorlar ve toplumsal gelişmelerde önemli rol oynuyorlar. İşte bunları araştırıp bulmak ve incelemek sosyal tarihin görevidir ve kesinlikle küçümsenmemelidir. Hem genel tarihin, hem de sosyal tarihin alanları farklıdır ve birbirine karşı konulmamalıdır.

Türkiye’de durum nedir?

Batılı ülkelerin tek taraflı veya bölgeyi küçümseyerek araştırma yaptığını söylüyoruz ama Türkiye’nin durumu daha da vahimdir. Çünkü Türkiye’de bu anlamda ciddi hiçbir çaba yok! Uzman diye televizyon ekranlarında boy gösterenlerin çoğunun bölgeyle ilgili doğru dürüst bir çalışmasının olmadığı anlaşılıyor. İnternet’ten alelacele devşirdikleri bilgilerle yorum yapmaya çalışıyorlar. Üniversitelerde Mısır ve Libya üzerinde sadece birer doktora çalışmasının olduğunun açıklanması durumun vahametini ortaya koymaktadır. 150’den fazla üniversitenin olduğu bir ülkede bilimsel çalışmada titiz, herkesin itibar ettiği bir Orta Doğu Enstitüsü’nün olmaması kabul edilir bir şey değildir. Üstelik, bu halk hareketlerinin eski Osmanlı coğrafyasında yaşanması, hemen yanı başımızda olması durumun ciddiyetini daha da artırmaktadır. Bu, aynı zamanda Türkiye’de akademik çalışmaların düzeyinin tartışma konusu yapılmasına neden olmaktadır.

Öte yandan, üniversiteler dışında sivil inisiyatifler çerçevesinde de bölgeye yönelik ciddi bir yapılanmanın olmadığını görüyoruz. Umarız son olaylar öğretici olur ve Orta Doğu’ya yönelik tarafsız, bağımsız, objektif bilimsel çalışmalar artar. Sosyal tarihin önemini küçümseyenlerin ise bu arkaik düşüncelerini gözden geçirmelerinin tam zamanıdır.

Zülfikar Özdoğan

Not: 03.03.2011 tarihinde Küyerel'de yayınlanan bir yazım.

Geen opmerkingen: