zaterdag 24 maart 2012

Kişi Arşivleriyle İlgili Notlar


Marx' handwriting: "Erster Entwurf z. Comm. Manifest". IISH coll. Amsterdam.




Komünist Manifesto'nun orijinalinden kalan bu tek sayfa, Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü'nde (USTE) bulunuyor.
Amsterdam - Hollanda.


İşletmelerin arşivlerini bir kenara ayırırsak özel arşivleri kategorik olarak iki kısıma ayırmak pek yanlış olmaz: Kişi ve kuruluş arşivleri. Devlet arşivlerinin aksine özel arşivlerin düzenlenmesi kanunlarla yürütülmemektedir. Özel arşivler, yapılarına ters olmamak kaydıyla kimi zaman devlet arşivleriyle ilgili düzenlemeleri örnek alırlar. Örnek; imha edilecek materyalın listesi ve bazı materyalın yasal olarak korunma süresi gibi). Öte yandan, yapısal özellikleri itibariyle kimi zaman bazı yasal düzenlemelere kısmen kendileri tâbi olurlar Örnek; vakıflar yasası gibi.

Özel arşivler içerisinde devletin düzenlemelerine en uzak alanı kişi arşivleri oluşturur. Gerçi son zamanlarda kişi arşivlerinin varolan ‘özerkliği’ de büyük ölçüde sınırlanmaya doğru yol almaya başladı. Telif ve kişi haklarının kanunla düzenlenmesi ya da bilimsel araştırmaların belirli kimi akademik, kültürel kodlara tâbi tutulması bu alanda somut örnekleridir. Ancak yine de kişi arşivleri diğer kategorilere göre daha devlet ya da otorite dışı bir alanı oluşturmaktadırlar. Iyi ki de öyledir, çünkü devletin gölgesinin düştüğü toprakta uzun vadede fazla bir şey yeşermez. İnsanın, ‘gölge etmesin de başka ihsan istemez’, diyesi geliyor!...

Peki, sosyal tarih alaninda kişi arşivi hangi anlama gelir?

Toplumsal bir alanda görev almış ve bu anlamda sosyal tarihe taniklik edebilecek materyal sahibi olan kişilerin biriktirdikleri (orijinal) dökumanlarin toplamı kişi arşivini oluşturur. Bu kişi ünlü bir politika adamı olabileceği gibi, sıradan bir aktivist (eylemci) de olabilir. Marifet kişinin titrinde değil sahibi olduğu dökümanların bilimsel çalışmalar açısından değerindedir. Sendikal ya da politik faaliyete katılmış sıradan bir işçinin materyalı da en az sendika genel başkanının ya da siyasi bir partinin tepesinde yeralan politikacının arşivi kadar değerlidir.

Hatta kimi zaman belirli bir sosyal katmanın en alt sıralarında yeralan kişilerin arşivleri bilimsel çalışmanın konusuna göre daha fazla önem kazanır. Örneğin, işçi sınıfının kültürel gelişimini konu alan bir araştırmada gereken arşiv materyalı sendika liderlerinden çok sıradan işçilerin mektupları, notları, fotoğrafları ve konuşma metinleridir. Hakezâ belirli bir sosyal katmanın modernleşme süreci sözkonusu olduğunda ilk başta başvurulacak materyal bu katmanın alt sıralarında yeralan kişilerin dökümanları olmak zorundadır. Bu tür materyalı bulmanın güçlüğü de gözönünde tutulursa konunun önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü sıradan kişiler arşiv oluşturmak amacıyla döküman biriktirmedikleri için bu türden materyalı bulmak da oldukça zordur. Belirli bir eğitim seviyesinde olan ve yüksek konum işgal eden kişiler ise bu konumlarından oturu haliyle fazla ‘kağıt üretimine’ vesile olurlar. Dolayısıyla seçkin zevatın materyalini bulmak hiç de zor değildir. Çoğu zaman bu tür materyal birbirinin benzerini teşkil ettiği için ‘orijinal’ olmak özelliğini bile yitirebilirler. Halbuki sıradan aktivistlerin dökümanları genellikle benzeri olmayan zata mahsus örneklerdir.

Yeri gelmişken bununla ilgili bir örnek vermek isterim. Bir zamanlar Hukuk Fakültesi’nden hocam rahmetli Tarık Zafer Tunaya’nın arşivini inceliyordum. İlkönce biraz tereddüt etmekle birlikte eşi Melahat hanım bu inceliği göstermekten kaçınmamıştı. Arşivi incelemeye başlayınca garip bir duyguya kapıldım. Sanki böylesi bir arşivin aynısını daha önce bir yerlerde görmüşüm gibime geldi. Biraz düşününce, eski bakanlardan İsmail Hakkı Arar’in koleksiyonunda da aynı sistematiği gördüğümü anımsadım. Benzerlik o kadar barizdi ki, konu başlıkları, hatta kısmen toplanan materyal bile aynıydı. Çünkü 1960 öncesinde toplanan materyal zaten birbirinden çok fazla farklılık arzetmiyordu, kaynaklar belirli ve çok sınırlıydı. Bunlar genellikle gazete kupürleri, dergi makaleleri, küçük küçük notlar ve tebrik kartlarına arkalı önlü yazılan mektup tarzı yazımlardan oluşuyordu. Mektupların orijinalliği dışında diğerleri deyim yerindeyse tıpkısının aynısıydı. Bunu farkedince arşivin orijinalliğinin benim için kısmen kaybolduğunu ve ve küçük bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Çünkü benzer şeyleri toplamak arşiv kuruluşları için cazip bir şey değildir. Maksat benzer çok materyal toplayıp rafları tıkabasa doldurmak olmamalıdır, çünkü arşiv kuruluşlarıyla ‘kağıt depoları’ arasında dağlar kadar fark vardır. Aksine seçmeci davranıp kendine özgü özellikleri olan materyal toplayıp bilimsel çalışmalara hazırlamak gerekir.

Ama bu türden benzerliklere sıradan aktivistlerin arşivlerinde rastlamak pek olası değildir. Bunlar arşiv toplamak gibi bir amaçla yola çıkmadıkları için bu konuda özel bir çaba da sarfetmezler, yani arşiv kendiliğinden oluşur. Dolayısıyla toplanan materyal tamamen kişiye has dokümanlardan meydana geldiği için benzerliklere de az rastlanır. Buradan şu sonucu çıkarmak gerekir: Arşivlerde orijinallik aranması gereken ilk özelliktir. Orijinallık sözkonusu olduğu zaman kişinin titrine, ünlü olup olmamasına değil, dökümanın içeriğine, hangi döneme ait olduğuna, hangi tarihsel sürece tanıklık ettiğine bakmak gerekir.

Sol zevatın arşivleri

Kişi arşivleri deyince akla ilk gelen şey sol kimliğe sahip olan kişilerin arşivleridir. Çünkü, geçen iki yüzyılda toplumsal mücadelelerde muhalefetin başını solcular çekiyorlardı. Dolayısıyla özel arşivcilik alanında solcuların arşivleri büyük bir alanı kapsamaktadır. Sağcılar genellikle devletle, otorite ile bütünleştikleri , yanı egemen konumunda oldukları için özel arşivcilik alanında pek fazla esameleri okunmaz. Solcular ise sadece muhalefetin değil entellektüel yaşamın da başını çekiyorlardı ve bu vesileyle oldukça fazla ‘kağıt üretimine’ yolaçıyorlardı. Bu nedenlerle sol kimliğe sahip kişilerin özel arşivcilik dünyasında dominant (baskın) bir konumda olduğunu görürüz.

Türkiye zeminine gelirsek durum biraz farklılaşır. Çünkü, Türkiye solu ömrünün çoğunu yeraltında, ağır baskı ve yasak koşullarında geçirdiği için arşivleri saklamaktan çok onları imha etmek bir gelenek olarak yerleşti. Sol örgütlerde arşiv toplamak kişinin üzerinde kuşkuların birikmesine yolaçardı. Çünkü bu toplanan ‘kağıtların’ siyasi polis tarafından ele geçirilip savcılar tarafından siyasi davalarda kullanılması olasılığı bir hayli yüksekti. Bu nedenle varolan tüm yazılı materyalın imha edilmesi bir kural haline geldi. Bırakınız arşiv biriktirmeyi dokümantasyon materyalı toplamak, hatta toplumcu olarak tanınan bir yazarın romanını bulundurmak bile oldukça riskliydi. Dolayısıyla egemen güçlerin ‘muzır’ gördüğü yayınları imha etmek en selametli yol olarak tercih ediliyordu. Bu nedenlerle Türkiye’de doğru dürüst arşivi olan sol zevatın sayısı iki elin on parmağını pek geçmez.

Varolduğu bilinenlerde de dökümantasyon yan ağır basar. Dökümantasyon materyalı arşivin yerini tutmaz, sofradaki bilimsel yeri birkaç adım geridir. Elbette bu dökümantasyonun hiçbir değeri yoktur anlamına gelmez. Kimi zaman dökümantasyon materyalı arşiv materyalı kadar değer kazanabilir. Ne var ki burada da bazı bilimsel ölçütler vardır. Dokümantasyonun değeri özgünlüğünde, zaman diliminde ve sistematikliğinde artar veya azalır. Bu da koleksiyona göre değişir. Nedense Türkiye’de arşiv materyalı ile dokümantasyon arasındaki fark pek görülmez, toplanan her ‘kağıt’ materyalı için ‘arşiv’ tanımlaması yapılır. Halbuki aralarında çok büyük fark vardır. Neyse bunu şimdilik bir kenara not edelim ve konumuza devam edelim.

Tek renkli sol

Türkiye’de sol kimlikli kişilerin arşivlerinin az olmasının nedeni sadece ağır baskı ve yasaklamalar değildir, sol hareketin 1960’lara dek ‘tek renk’ olması da bu konuda önemli bir rol oynadı. Bilindiği gibi, 1960’lara dek sol hareketin tek örgütü Türkiye Komünist Partisi’ydi (TKP). Bilebildiğimiz kadarıyla TKP’nde yöneticilik yapmış olanların kişisel arşivleri hemen hemen hiç yoktur. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir, diğer komünist partilerinde de benzer durumlar vardır. Çünkü komünist partileri diğer sol örgütlere nazaran kişilerin arşiv biriktirmesine daha yabancı olan, buna pek sıcak bakmayan yapılanmalardır. Komünist partisinde kişinin özel alanı partinin genel alanı içerisinde kaybolur gider. Komünist partisi üyesi bütün yaşamıyla partisine bağlı kişidir ve bu nedenle özel yaşamı da partiye aittir. Dolayısıyla özel yaşamın bir parçasını oluşturan arşiv oluşturma olayına komünist parti üyeleri arasında daha az rastlanmaktadır.

Dünyadaki genel tabloya baktığımız zaman da benzer manzarayla karşı karşıya kaliriz. Dünyadaki ünlü kişi arşivleri arasında komünist şahsiyetlerin az bir yer kapladığını görürüz. Olanlar da daha çok Ekim devrimi öncesi şahsiyetlerdir. Ekim Devrimi’nden sonra bu giderek azalan bir trend izledi. Uluslararası sosyalist harekette arşivleri olan kişilerin daha çok ilk dönem sosyal demokrat, troçkist,anarşist ve diğer radikal akımlardan olmaları bir tesadüf olmasa gerek. Aslında bu alanda bile sosyalist hareketler arasındaki farkı görmek çok ilginçtir. Komünist harekette kişilerin özel alanının diğerlerine göre dar olması veya hiç olmamasını arşivcilikte bile tespit etmek son derece enteresan bir noktadır. Çünkü komünist örgütlenmeler diğer sosyalist örgütlenmelere göre daha ‘muhafazakar’, daha ‘otoriter’ yapılanmalardır. Kişinin özgürlük alanı toplumun kollektif çıkarları lehine nisbeten kısıtlanmıştır.

İllegal yapılanmalarda kişi arşivleri

Komünist yapılanmalarda kişinin özel alanının darlığı illegal komünist partilerinde tamamen yokolur giderdi. Çünkü burada sorun illegal partiler açısından hayatı önem taşıyan ‘güvenlik’ konusuna gelir dayanırdı. Eğer kişi çok ünlü değilse, ya da yazar veya akademisyen gibi bir kimliği yoksa, yani partiden ayrı ve özel bir toplumsal faaliyet alanı mevcut değilse (örneğin Nazım Hikmet, Pablo Neruda vb gibi) kişisel arşiv oluşturması sözkonusu olamazdı. Bunun için en başta partinin merkez yönetim organından izin alınması gerekirdi. Eğer izin alınmadan arşiv düzenlenmişse ve bu herhangi bir biçimde deşifre olursa ilgili kişi ‘ajan provokatör’ muamelesi bile görebilirdi. Çünkü, bu tür kişi arşivlerinin siyasi polisin eline geçmesi olasılığı yüksekti. Bunun da birçok parti militanının tutuklanmasına, parti örgütlerinin zarar görmesine ve parti yapısının ve faaliyetlerinin polis tarafından deşifre edilmesine yolaçacağı düşünülürdü. Dolayısıyla illegal komünist partilerinde kişi arşivi hiç olmayacak bir şeydi.

Aslında komünist partilerindeki bu durum bütün illegal örgütlere teşmil edilebilir. Çünkü bütün illegal yapılanmalarda ‘güvenlik’, yanı polisten korunmak her zaman bir numaralı sorundur. İllegal örgütlerin yapısal özellikleri ve ağır çalışma koşulları gözönünde alınırsa, kişilerin arşiv oluşturmalarının son derece ‘lüks’ kaçabileceğini söylemek pek yanlış olmayacaktir. Bunda da çok haksız olduklarını söylemek mümkün değildir, çünkü geçmiş yüzyılda kapitalist ülkelerde en fazla kovuşturulan, baskı ve teröre maruz kalan grupların başında komünistler ve diğer radikal sol gruplar gelirdi.

Ne var ki bugün artık farklı koşullarda bulunuyoruz. Duvar yıkıldığından buyana köprülerin altından çok sular akti. Sel gitti, geriye kumu kaldı. Şimdi olması gereken şey geriye kalan kumu ayıklamaya çalışmak ve arşivleri koruma altına alıp, bilimsel çalışmalara hazır duruma getirmektir. Bu da arşiv kuruluşlarının, sosyal tarih alanında faaliyet gösteren enstitülerin işidir. Bu alanda belirli ölçüde mesafe katedilmekle birlikte bütün sorunların aşıldığını söylemek zordur. Çünkü, sosyalist ülkelerdeki komünist partilerin arşivleri duvarın yıkılmasının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmesine rağmen hâlâ bilimsel çalışmalara kısmen veya tamamen kapalı tutuluyorlar.Çünkü ilgili devletlerin ‘güvenlik’ politikalarının çerçevesinde değerlendiriliyorlar. Batı Avrupa partlerinin arşivleri büyük ölçüde açık durumdadır. Ancak dünyanın geri kalan kısımlarında çalışmalar oldukça güç sürdürülüyor. Komünist partilerinin parçalı yapısı ve arşivlerin değişik mekanlarda dağılmış durumda olmaları ve kişilerin bu konudaki ihmali ve ilgisizliği en büyük engellerdir.

Bu ve benzeri arşivcilik konularına ileride devam edeceğiz.

Zülfikar Özdoğan


Not:16.08.2008 tarihinde Küyerel’de yayınlanan bir yazım.

zaterdag 17 maart 2012

Orta Doğu'da Özgürlük Rüzgarı



War and Peace - Middle East
IISH Coll.








İster sosyalist, ister milliyetçi, isterse dini bir karakter taşısın, otoriter olan hiçbir siyasal sistemin mevcut dünya koşullarında ayakta kalmak şansı yoktur, hepsi er veya geç yıkılmaya mahkûmdur. Otoriter sosyalizmin sembolü olan Sovyet sisteminin yıkılmasından sonra bu gerçek daha iyi anlaşılmaya başlandı. Dünyanın her tarafında daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla adalet için sesler yükseliyor ve buna karşı direnenler ise mücadeleyi birer birer kaybediyorlar. Kazananlar daima demokrasi, özgürlük ve adaletten yana olanlar oluyor.

İnsanlığın özgürlük yürüyüşü durdurulamaz

Esasında insanlığın tarihine bir bütün olarak bakılırsa bu geçmişte de böyleydi. Ne var ki bunun anlaşılması öyle yazıldığı gibi kolay ol(a)mıyor. Çünkü, insanlığın uzun yürüyüşüyle tek tek insanların nispeten kısa yaşamlarındaki algılama gücü arasında doğrudan bir ilinti yoktur. Bunun algılanması ancak toplumsal hareketlerin bilimsel olarak incelenmesiyle olabilir. Ne yazık ki yakın zamana kadar sosyal tarih çalışmaları genel tarih çalışmalarının gölgesinde kaldı. Dolayısıyla sosyal hareketlerin bilimsel olarak incelenmesi istenilen düzeyde olmadı. Ayrıca, ideolojik ön kabullerin yaygınlığı, soğuk savaş döneminde tarafsız ve objektif bilimsel çalışmaların itibar görmemesi de bunda rol oynamadı denemez.

Bugün ise farklı koşullarda bulunuyoruz: Soğuk Savaş dönemi sona erdi, ideolojik tarafgirlik belirli ölçüde zayıfladı ve sosyal hareketlere yönelik bilimsel çalışmalar arttı. Dolayısıyla bugün insanlığın tarihine global olarak bakıp daha net ve açık bir biçimde şu tespiti yapabiliyoruz: İnsanoğlunun tarihsel yürüyüşü hep özgürlük ve adalet yönünde oldu. Kimi zaman duraklamalar, zikzaklar, hatta gerilemeler olması tarihsel gelişmenin bu ana karakterini değiştiremedi.

Orta Doğu’daki son gelişmeler bunu bir kez daha ve çok açık bir biçimde kanıtladı. Çünkü, ‘her tarafa demokrasi gelir ama Orta Doğu’ya asla’, ya da ‘Araplar adam olmaz’ diye düşünenlerin sayısı kısa bir süre öncesine kadar bir hayli fazlaydı. Bugün ise farklı bir durumla karşı karşıyayız; çünkü Orta Doğu’ya da bahar gelmeye başladı. Özgürlük rüzgârları Avrupa’dan, Amerika’dan, Asya’dan sonra Orta Doğu’da ve Afrika’nın kuzeyinde de esmeye başladı. Görünen o ki bu süreç durmayacak ve bu bölgedeki diktatörlükler yıkılıncaya dek sürecektir.

Ancak unutulmaması gereken bir nokta var: Henüz daha sürecin başındayız ve daha gidilecek çok yol var. Demokrasinin bu bölgede tam anlamıyla ve vazgeçilemez biçimde yerleşmesi doğal olarak zaman alacaktır. Ayrıca bu bölgenin tarihsel ve kültürel özellikleri itibariyle Batı türü demokrasilerin birer kopyası olmasını beklemek gerçekçi değildir. Temel kurallar değişmemek kaydıyla bu ülkeler demokrasiye kendi kültürel renklerini, çeşnilerini mutlaka katacaklardır. Dolayısıyla, daha kesin değerlendirmeleri ancak zaman içerisinde verebileceğiz. Ne var ki bu, bugün itibariyle bazı tespitlerde bulunamayacağımız anlamına gelmez.

Devrim mi, darbe mi?

Türkiye’deki politik gözlemcilerin çoğunun Orta Doğu’daki son olayları ‘darbe’ olarak nitelendirdiğini görüyoruz. Batılı yorumcular ise olan biteni en başından ‘Mısır devrimi’, ‘Tunus devrimi’, ‘Arap devrimi’, ‘Orta Doğu’da toplumsal yer kayması’ tabirleriyle değerlendirdiler. Sanıyorum bu konuda en önemli etken bakış tarzlarının farklılığı oldu. Batılılar olaya pratik olarak yaklaşırken, Türkiye’deki yorumcuların hareket noktası daha çok Lenin’in kullandığı ‘toplumsal devrim’ ve ‘siyasal devrim’ ölçütleri oldu. Ne var ki bu ölçütlerin yaşamda birebir karşılıkları yoktur. İnsanlık artık 1917’lerde yaşamıyor ve günümüzdeki sosyal hareketlere Ekim Devrimi’nin prizmasından bakmak gerçekçi değildir.

Devrim eski bir sözcüktür, sosyal bilimlerde uzun süredir kullanılıyor. Yani, kimi solcuların sandığı gibi sadece sola ait bir tanımlama değildir. Kelime anlamı, ‘köklü değişim’ demektir. Orta Doğu’nun tarihi, toplumsal gelişmenin bugünkü düzeyi ve içinde bulunduğu dinamikler ve bu olayların bütün bölgeye şamil olası sonuçları itibariyle günümüzdeki hareketliliğe devrim demek kesinlikle bir abartı sayılamaz. Elbette ayaklanmalar yeni başladı ve bu toplumsal altüst oluşun sonuçları henüz tam anlamıyla şekillenmiş değildir. Ancak şu bir gerçek: Bugünkü Orta Doğu artık dünün Orta Doğu’su değildir ve köklü bir değişimle karşı karşıya olduğumuz açık bir biçimde görülüyor.

Sosyal hareketlerde periyodlar

İnsanlığın tarihine global olarak bakılırsa zaman zaman tarihin hızlandığına tanık oluyoruz. Arada geçen durgun zamanlarda insanoğlunun adeta daha sonra gelen hızlı dönemlere yönelik olarak güç ve enerji biriktirdiğini söylemek herhalde pek yanlış olmaz. Elbette bu çok bilinçli bir biçimde olmuyor ama aradaki durgun zamanların akabinde toplumsal hareketliliğin hızlanması, böylesi bir şablonun kendiliğinden oluştuğunu ortaya koyuyor.

Daha önceki yüzyıllara bakarsak aradaki durgun zamanların uzun sürdüğünü görüyoruz. Ancak son yüzyılda bu periyodlar kısalmaya başladı. Her 20-30 yılda bir, çok önemli toplumsal ve siyasal değişimlerle karşı karşıya kalıyoruz. 1917 Ekim Devrimi, 40’lı yılların ikinci yarısında sosyalist ülkeler topluluğunun doğması, 68 Baharı’nın ardından Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ve bugünkü sosyal hareketlilik bunun kanıtlarıdır. 20-30 yıllık durgunluğun, güç birikiminin ardından büyük sosyal patlamaların oluşması anlaşılan günümüzün bir gerçeği haline dönüştü.

Bugün, özel olarak Orta Doğu’da özgürlük rüzgarlarının esmesi şimdiye dek sessiz kalan bu bölgede yeni bir ’68 Baharı’na doğru yol aldığımızı gösteriyor. Yani, tarihin hızlandığı bir dönemin eşiğindeyiz. Bu hızlanmanın sadece Orta Doğu ile sınırlı olmaması, zamanla diğer bölgelere sıçraması olasıdır. Çünkü, iletişim ve bilişim teknolojisindeki devasa gelişmeler otoriter sistemlerin ve uygulamaların altını hızla oymaya başladı. Başka ülkelerdeki gelişmeleri ekranlarında gören ve okuyan genç kuşaklar kendi ülkelerindeki diktatörlükleri, baskıcı yöntemleri sorgulamaya başladılar.

Üstelik, facebook ve twitter gibi sosyal medya araçları bu gençlerin birbiriyle iletişim kurup hızla harekete geçmelerini sağlıyor. Tunus’ta elde edilen başarı diğerlerine de cesaret verdi ve hemen harekete geçmelerine yol açtı. Ne var ki, sosyal medyanın sadece birer araç olduğunu, bu halk ayaklanmalarının altında yatan esas nedenin sosyal sınıf farklılıkları ve otoriter sistemlerin nefes aldırmayan anti-demokratik yapılanmaları olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla, eğer sosyal adalet, demokratik hak ve özgürlükler doğrultusunda olumlu gelişmeler olmazsa bu hareketler artarak devam edecek demektir. Sonuç olarak, önümüzdeki günler yeni gelişmelere gebedir.

Sosyal tarihin önemi

Orta Doğu’daki son gelişmeleri, bütün bölgeyi kapsayan halk hareketlerini hiç kimse tahmin edemedi. Bunun en büyük nedeni, bölgeye yönelik bağımsız, objektif bilimsel çalışmaların azlığıdır. Olanların da özellikle Batı ülkelerinin çıkarları temel alınarak yapılmış olması zamanında ve doğru sonuçlar çıkarılmasını engelledi. Bu nedenle ayaklanmalar patlayınca herkes apışıp kaldı. İşte sosyal tarihin önemi burada yatmaktadır. Sosyal hareketleri tarihsel süreç içerisinde kanıtlarıyla tespit etmek, bunları incelemek, nedenlerini araştırmak ve sonuçlar çıkarmaktır. Sosyal tarihi genel tarihten ayıran ana çizgi budur.

Kimileri sosyal tarih çalışmalarını küçümsemeye çalışır, sosyal grupların hareketlerine önem vermez, daha çok devlet yöneticileri, elitler neler yapmış, bunları incelemeye önem verir. Kuşkusuz bunlar genel tarihin ana konularıdır ve araştırılmaları gerekir. Ama öte yandan, toplumun alt kesimlerinde neler olup bittiğinin de araştırılması, incelenmesi gerekir. Modern toplumlar sadece elitlerden, yöneticilerden oluşmuyor. Alt tabakalarda sosyal sürece katılıyorlar ve toplumsal gelişmelerde önemli rol oynuyorlar. İşte bunları araştırıp bulmak ve incelemek sosyal tarihin görevidir ve kesinlikle küçümsenmemelidir. Hem genel tarihin, hem de sosyal tarihin alanları farklıdır ve birbirine karşı konulmamalıdır.

Türkiye’de durum nedir?

Batılı ülkelerin tek taraflı veya bölgeyi küçümseyerek araştırma yaptığını söylüyoruz ama Türkiye’nin durumu daha da vahimdir. Çünkü Türkiye’de bu anlamda ciddi hiçbir çaba yok! Uzman diye televizyon ekranlarında boy gösterenlerin çoğunun bölgeyle ilgili doğru dürüst bir çalışmasının olmadığı anlaşılıyor. İnternet’ten alelacele devşirdikleri bilgilerle yorum yapmaya çalışıyorlar. Üniversitelerde Mısır ve Libya üzerinde sadece birer doktora çalışmasının olduğunun açıklanması durumun vahametini ortaya koymaktadır. 150’den fazla üniversitenin olduğu bir ülkede bilimsel çalışmada titiz, herkesin itibar ettiği bir Orta Doğu Enstitüsü’nün olmaması kabul edilir bir şey değildir. Üstelik, bu halk hareketlerinin eski Osmanlı coğrafyasında yaşanması, hemen yanı başımızda olması durumun ciddiyetini daha da artırmaktadır. Bu, aynı zamanda Türkiye’de akademik çalışmaların düzeyinin tartışma konusu yapılmasına neden olmaktadır.

Öte yandan, üniversiteler dışında sivil inisiyatifler çerçevesinde de bölgeye yönelik ciddi bir yapılanmanın olmadığını görüyoruz. Umarız son olaylar öğretici olur ve Orta Doğu’ya yönelik tarafsız, bağımsız, objektif bilimsel çalışmalar artar. Sosyal tarihin önemini küçümseyenlerin ise bu arkaik düşüncelerini gözden geçirmelerinin tam zamanıdır.

Zülfikar Özdoğan

Not: 03.03.2011 tarihinde Küyerel'de yayınlanan bir yazım.

zondag 11 maart 2012

Fethi Naci'nin Ardından













Fethi Naci, Nurullah Ataç’tan sonra Türkiye’nin en ünlü eleştirmeni olarak kabul edilir. Ataç’ın bu alanda uzun bir dönem bir numara olmasının ve dildeki titizliğinin bunda payı yok denemez. Ne var ki Fethi Naci toplumcu kişiliğiyle, edebiyat kuramına olan vakfıyla ve bir eleştirmen için olmazsa olmaz özellik olan cesur ve yansız tutumuyla ‘Ataç’dan sonra’ gelen sırasına sığmayan bir çapa sahiptir.

60’lı yıllarda Ataç’ın eserlerini yeteri kadar okumuştum. Hatta o dönemde Ataç/perverlerin çıkardığı ‘Ataç’ dergisinin sıkı bir izleyicisiydim. Ataç, öztürkçeciliğin piri sayılırdı. ‘Ataç’ dergisinde ise genellikle dildeki ‘yenileşme’ ve ‘arılaşma’ üzerine yazılar çıkar ve bu arada her sayıda yeni türetilen öztürkçe sözcükler anlamlarıyla birlikte yayınlanırdı. Genç bir edebiyat meraklısı olarak bu sözcükleri ezberler, konuşmalarımızın orasında burasında, münasip gördüğümüz kimi yerlerde kullanmaya özen gösterirdik. Böylelikle farklı ve ‘elit’ olmaya gayret ederdik!

Ayrıca öztürkçecilik o dönemde ilericiliğin bir kıstası olarak görülüyordu. ‘Milliyetçi-mukaddesatçı’ kesim ise Osmanlıca kökenli sözcükleri kullanmaya özen gösteriyorlardı ve ‘yaşayan türkçe’ kavramını kullanıyorlardı. Öztürkçecilikten yakamı üniversite yıllarında güçbela kurtarabilmiştim. Aktif sol yaşama başlayıp sıradan işçilerle, emekçilerle birlikte çalışmak, politika yapmak zorunluluğu belirince öztürkçeciliğin ‘sırça köşkü’ bana anlamsız ve gereksiz bir yük gibi gelmişti. Bu, seçkinciliğe karşı ilk bilinçli tavrımdı. Kendini seçkin bir yere koyup halk yığınlarına aydınlanma yolunu göstermek, onlara önderlik etmeye çalışmak kemalist ve otoriter solcu benzeri toplum mühendislerinin en büyük özelliğiydi. Biz de herkes gibi ister istemez o yolları aşındırıp duruyorduk, çünkü başka çaremiz yoktu. Türkiye’de o dönemdeki toplumsal yaşamın bize sunduğu ‘toplumcu’ seçenekler ne yazık ki sadece bunlardan ibaretti.


Fethi Naci’nin yazılarıyla nasıl tanıştım

Fethi Naci’yi 60’lı yılların sol dergilerindeki yazılarıyla tanıdım. O dönemde çıkan sol dergiler başlıca entellektüel gıda kaynaklarımızı oluşturuyorlardı. Çok küçük yaşta sosyalizmle tanıştığım için ortaokul ve lisede bile sol dergileri düzenli bir biçimde izliyordum. Kısıtlı harçlığımın önemli bir kısmı dergi ve kitap alımlarına giderdi. Başkaları da vardı ama Yön ve Ant dergileri dönemin vazgeçilmezleriydiler. Fethi Naci’nin yazıları dönemin sol dergilerinde sıkça çıkardı. Özellikle bir edebiyat eleştirmeni olarak yazıları dikkati çekerdi.

Türkiye’de eleştirmen olarak yazı yazmak zordur. Çünkü yazın hayatımız çok zengin ve renkli değildir. Ayrıca eleştiri kültürünün çok köklü olduğunu söylemek bir hayli güçtür. İnsanlar eleştiriyi kişisel olarak kendilerine karşı olumsuz bir eylem ve söylem olarak algılıyorlar. Eleştirinin modern ve çağdaş yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu, ilerlemenin, daha iyiye ve güzele ulaşmanın bir yolu ve yöntemi olduğunu gözden kaçırıyorlar. Elbette eleştirenlerin hoyratlığının, özensizliğinin de bunda payı olmadığı söylenemz.

Halbuki günümüzde, toplumsal yaşamın tüm alanlarında eleştiri olmadan ileriye gitmenin, bir adım bile atmanın olanağı yoktur. Eleştirmek ve eleştiriye tahammüllü olmak modern yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır. Ne var ki bu söylendiğı kadar basit bir olay değildir, yaşama geçirmesi oldukca zordur. Eleştiriye karşı tahammülsüzlük hâlâ baskın konumdadır. Bu konuda biraz daha zamana ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Bugün zor olan şey ise dün daha da zordu. Fethi Naci de yazılarında eleştiriye tahammülsüzlükten çok şikayet ederdi. Ama buna rağmen eleştiri yazıları yazmaktan vazgeçmedi. İyi de etti. Eleştiri kültürünün gelişmesine katkıda bulundu.

Fethi Naci’yi eleştirmen olarak azçok tanımakla birlikte politik geçmişini doğrusu pek bilmiyordum. Bunun çok da ilgimi çekmediğini itiraf etmeliyim. Sadece bir dönem TİP’de çalıştığını biliyordum, hepsi o kadar. Ama TİP’e kimler bulaşmamıştı ki!.. 60'larda üniversite öğrencisi ve aydın olup TİP’in tezgahından geçmeyen kim vardı ki?

Fethi Naci’nın ‘TİP serüveni’nin böyle bir şey olabileceğini düşünüyordum. Bir dönem TİP’li olup, ayrışmalar, saflaşmalar başlayınca kendi köşesine çekilen birçok aydından birisi.. Profesyonel solculuğa başlayınca edebiyatla ilintim de pek kalmadığı için Fethi Naci ilgi alanımın dışına çıkmıştı. Bu nedenle, ilerleyen yıllarda sahibi olduğu ‘Gerçek Yayınevi’nin kimi kitapları dışında kendisini tam olarak izlediğimi söyleyemem.

Yaşamını yitirmesinden sonra anı kitaplarına göz gezdirince bilmediğim yönleriyle Fethi Naci’nin yaşamı benim açımdan gün ışığına çıkmaya başladı. İnsanların anı yazış tarzı kişiliğini de azçok yansıtır. Hiç görmeden, tanımadan anılardan kişilikleri saptamanız olanaklidir. Fethi Naci’nın anıları da bunun bir istisnası değildir. Temiz bir Türkçe, basit, kısa cümlelerle kendinden emin, rahat bir anlatım ve zengin bir yaşam deneyimi… Kısacası, kemale ermiş bir edebiyat adamının güzel bir örneği...

Politikayla ilgisi, TİP’teki kısa serüvenini bir kenara bırakırsak 1951’lerde bitmiş. Bununla ilgili olarak kitabında söyle diyor:

“Şükran Kurdakul’la 1951’de tanışmıştık. Demokrat Parti iktidara geleli bir yıl olmuştu, 141 ve 142. maddeleri değiştirmek için toplu tutuklamaya giriştiler. Gülünç bir davaydı.. Bir buçuk ay içinde hepimiz tahliye edildik.. O günlerden bu günlere elli yıl geçti, yanı iki ‘rub-u asır’”… Şükran, siyasal mücadeleyi uzun süre yürüttü. Ben, örgütlü çalışma adamı olamayacağımı anladım ve edebiyata ‘kesin dönüş’ yaptım. “ (Dünya Bir Gölgeliktir, Anı, YKY Yayınları, 176 sayfa, İstanbul, 2002).

Bu kitaptan önce 1999 yılında yayınlanan bir başka anı kitabı daha var. (Dönüp Baktığımda, Adam Yayınları, 178 sayfa, İstanbul). Bir sonraki kitabıyla kesişen yanlar olmakla birlikte bu bölümleri kısa tutmuş. Bu kitapta da politikayı küçümseyen, değer vermeyen bir tavır içerisinde. Üstelik bunu hiç gizlemek gereğini de duymuyor. TİP’teki deneyimi tam bir hayal kırıklığı oluşturmuş onun için. Özellikle Behice Boran’ın ‘hasmane’ tutumundan oldukça şikayetçi görünüyor! Ayrıntısına girmiyorum, merak eden kitapları alıp okuyabilir.

Kemalist mi yoksa sosyalist mi, ya da ikisi…

Yalnız Fethi Naci’yi tanımak istiyorsak sadece onun edebi yazılarını değil siyasal içerikli yazılarını da okumak gerekir diye düşünüyorum. Özellikle 50’li ve 60’li yıllarda yazdıklarını okumak sadece onun politik kişiliğini öğrenmek açısından değil, o dönemdeki prototip sosyalist aydınların hangi özelliklere sahip olduğunu bilmek açısından da önemlidir. Daha önce de yazılarımda belirttiğim gibi kemalizm ile sosyalizm o dönemde birbirine bir hayli karışmış vaziyettedir. Bu, Fethi Naci’de de net bir biçimde görülüyor. Kimi yazılarını okuyunca kemalist olduğu yargısına varıyorsunuz, başka bir yazıda aynı kişi tam bir sosyalist kimlikle karşınıza çıkıveriyor. Sadece Fethi Naci’de değil, o dönem solcularının çoğunda bunları görmek olasıdır. Bu da kişilerden çok dönemin özellikleriyle ilgili bir şey olsa gerek.

Gerçi Fethi Naci anılarında bu durumu şöyle izah ediyor: ‘1960’larda bazı düşünceleri Atatürk’e dayandırarak yazmak, tehlikeden kurtulmak için sık sık kullanılan bir yöntemdi..’ (Dünya Bir Gölgeliktir, sf. 35, YKY Yayınları, 2002, İstanbul).

Ancak bu konudaki yazılarının kapsamı ve yazılış tarzı ‘bazı düşünceleri Atatürk’e dayandırarak yazmak (ve böylelikle) tehlikeden kurtulmak’ kasdını bir hayli aşmaktadır. Dolayısıyla Fethi Naci’nin Atatürk’e ve önün düşüncelerine olan ilgisi sıradan veya sadece korunma amaçlı değildir. Onun ‘100 Soruda Atatürk’un Temel Görüşleri (Gerçek Yayınevi, 1968) ve ‘Emeperyalizm Nedir? (Gerçek Yayınevi, 1965) kitapları bu konuda yeteri kadar fikir vermektedir. O dönemde sosyalistlerle kemalistlerin izleri birbirine çok karıştığı için bu çok göze çarpan bir karekteristik olarak dikkati çekmez. Ancak sosyalizmin ve kemalizmin ne olduğunu bilen dikkatli gözler gerçek durumu, bu birbirinden farklı iki görüşün ne denli içiçe geçtiğini hemen farkedebilirler.

Fethi Naci TKP’li miydi?

Türkiye’nin yazın hayatında TKP’nin geleneksel baskın bir konumu vardır. Bu gerçek, sosyal tarihimize aşina olanlar tarafından bilinen bir şeydir. 60’lı yıllardan önce düşünce özgürlüğü oldukça kısıtlı olduğu için sosyalistler düşüncelerini edebiyat dergileri aracılığıyla ve üstü kapalı bir biçimde ifade edebiliyorlardı. Yazarların, aydınların geleneksel sol eğiliminin yanında komünistlerin edebiyat alanında aktif olmaları TKP’nin gizli bir örgüt olmasına karşın bu çevrede oldukça tanınmasına yolaçmıştı. Parti üyesi olan komünistlerle olmayan sol eğilimli yazarlar oldukça dar olan bu aydın çevrede içiçe yaşarlardı. Bu nedenle dönemin kimi yazarları hakkında ‘TKP’li olduğu’ türünden söylentilerin çıkması çok sık rastlanan bir olaydı. Fethi Naci hakkında da bu tür söylemler vardı. Hatta yaşamını yitirmesinden sonra da bunu dile getirenler oldu.

Peki, Fethi Naci gerçekten TKP üyesi miydi?

Kendisi anılarında ‘..örgütlü çalışma adamı olamayacağımı anladım ve edebiyata kesin dönüş yaptım’, der. (`Dünya Bir Gölgeliktir', Ani, YKY Yayınları, 176 sayfa, İstanbul, 2002). Kastettiği dönem 50’li yılların başıdır. Ancak, ‘örgütlü çalışmadan’ neyi kasteder, o pek belli değildir. Daha doğrusu adını koymaz. TKP olabilir mi? Bilinmez. Gerçi o dönemde yayın çalışmaları nedeniyle TKP’lilerle bir yakınlığı oluyor ancak bunun örgütsel bir ilinti olduğu konusunda herhangi bir imâda bulunmuyor.

Ne var ki anılarının başka bir yerinde bir ‘örgütlü çalışma’ deneyimi ve bunun sonucunda gelen bir tutukluluk serüveni vardır. Kastettiği bu mudur? Olabilir. ‘Tutuklanma’ başlığını taşıyan bu serüvenin kendi dilinden anlatımını kısaltarak aktarıyorum.

“Konya Ereğlisi’ndeki Sümerbank Bez fabrikasında çalışırken, 1951 nisanının ortalarına doğru, arkadaşım Oğuz’dan bir mektup aldım ve ardından, Orhan Pamuk’un yazdığı gibi, ‘bütün hayatım değişti’. Oğuz, İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nin bazı üyelerinin tutuklandığını yazıyordu.

Oğuz’da, ben de, lisede birlikte okuduğumuz Asım Bezirci’de 1946’da Dernek’e üye olmuştuk. Ben, anımsadığım kadarıyla, 1947’de Yönetim Kurulu’na seçilmiştim. Biz, ‘bir şeyler yapmak’ için Dernek’e girmiştik, gençtik, heyecanlıydık, ama o sıralarda dernek ‘bir şeyler yapmamakta’ kararlı gibiydi. Birtakım tartışmalardan sonra ben, Oğuz, Asım ve Sedat Gani istifa etmiştik. Dernek yönetimi istifalarımızı kabul etmedi: İhraç edildik…

Oğuz’un mektubunu akşama doğru almıştım; ertesi sabah, çalışma saatinden beş on dakika sonra, odacı gelerek bir polisin beni İdare Müdürü’nun odasında beklediğini söyledi. Bu hıza şaşmamak elde değildi.. “

Fethi Naci’nin bu olayla ilgili anlatımı çok güzel. Tam bir yazın harikası. Doğrusu son yıllarda bu kadar güzel bir anlatımla karşılaşmamıştım. Hikaye biraz uzun ve içinde oldukça matrak bölümler var. Neyse sonunda tutuklanır ve asker gözetiminde İstanbul’a sevkedilir.

Hikayenin sonu şöyle tamamlanır:

“Tutuklanma nedenini hapishanede öğrendim: İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nin bütün kurucularını ve yönetim kurulu üyelerini 141. maddeden tutuklamışlardı.

Bir ay sonra sorgulamalar başladı. İfadesi alınan, salıveriliyordu. Hatta ‘komünist tutuklamaları’ tarihinde ‘ilk’ olduğunu sandığım bir olayı yaşadık o günlerde (1951): Moris Gabay, nakdi kefaletle salıverildi..

Bir buçuk ay sonra ben de salıverildim. Yargıç, soracak soru bulamamıştı… El konulan kitaplarımı geri aldım. .

Ama asıl amaç belliydi. Özgürlük savaşçısı olarak iktidara gelen Demokrat Parti özgürlükleri daha da kısmak, 141. 142. maddeleri daha da ağırlaştırmak için, atmosfer hazırlamak üzere tutuklamıştı bizi…

Yaşamımda rastlantıların büyük yeri vardır. O tutuklama olmasaydı Anadolu’nun bir köşesinde ya muhasebeci, ya personel müdürü olacaktım; oysa o tutuklamadan sonra beni işten attılar, bir daha da aramadılar.

Ben de iktisatçı olamadım, eleştirmen oldum!”

Fethi Naci şanslı bir insanmış! Bir rastlantıyla yaşamı değişmiş, muhasebeci olmak yerine Türkiye’nın en ünlü eleştirmeni olmuş! Hangimizin yaşamı bir rastlantıyla değişmedi ki!. Ama herkes onun gibi şanslı değil. Rastlantılar her zaman olumlu sonuçlar doğurmuyor.

Ben de 1970 yılında TİP’in Sosyalist Gençlik Örgütü’ne üye olmasaydım kimbilir şimdi nerelerdeydim… Ama ne yazık ki bu ‘rastlantı’ beni çok sevdiğim edebiyattan uzaklaştırdı, bir türlü ısınamadığım politikanın acımasız çarklarının arasına atıverdi. Yine de verilmiş bir lokma ekmeğim varmış ki oralarda un-ufak olmama razı olmadı tuttu tarih çalışmasının bir yerine koyuverdi. Böylelikle bir rastlantının doğurduğu sonuç geç de olsa bir başka rastlantıyla ‘tashih edilmiş’ oldu.

Hayat rastlantılarla doludur. Kimine olumlu yansır, kimine de olumsuz. Ama herkes en sonunda kilometresini doldurur ve hayata veda eder. Bu evrenin değişmez bir yasasıdır. İşte bu noktada rastlantı sözkonusu değildir. Rastlantının olmadığı tek konu yaşamın geçiciliği, eski deyimle hepimizin birer fânı oluşudur.

Sırası gelen gidiyor. Fethi Naci de sırasını savdı ve bu dünyadan ayrıldı. Ama geride büyük bir boşluk bırakarak. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük eleştirmenlerinden birisi olarak görevini yerine getirip sonsuzluğa yürüdü.

Toprağı bol olsun ve ışıklar içerisinde uyusun.

Güle güle Fethi Naci.

Zülfikar Özdoğan

Not: 24.08.2008 tarihinde Küyerel'de yayınlanan bir yazım.

zondag 4 maart 2012

'Yeryüzü' Dergisinin Hikayesi

22.12.2008 tarihinde 'Küyerel'de yayınlanan bir yazım. Bu konuda yapılan tek çalışma olduğu için bir hayli ilgi gördü.

x x x

Yeryüzü dergisi (1), Türkiye’de yayınlanan binlerce dergiden birisidir (1951-1952). Toplam onbir sayı çıkabilmiş ve daha sonra yayınlanamamış. Yayınlanamamasının nedeni ekonomik güçlükler falan değildir, tamamen polis baskısından ötürüdür. Eskiden tek parti zamanında, hatta devamı Demokrat Parti (DP) döneminde istenmeyen muhalif yayınların önlenmesi cok basitmiş. Sivil polisler basımı yapan matbaaya gidip ‘bu yayını basmayin, başınız belaya girer’ diyorlarmış ve sözkonusu yayını durduruyorlarmış. Polis baskısı o kadar yaygın ve etkiliymiş ki mahkeme kararı ya da idari bir tedbir almaya gerek bile duyulmuyormuş. Yeryüzü’nün başına gelen de bundan başka bir şey değildir. Üstelik o dönem açısından bunun pek olağanüstü bir şey olduğu da söylenemez.

‘Yeryüzü’ açısından sözkonusu etmek istediğimiz konu esasında bu değildi, başka bir konuydu. Bu derginin kimler tarafından çıkarıldığı bizzat çıkaranlar tarafından tartışma konusu edildi. Şöyle ki: Dergiyi çıkaranlardan şair Arif Damar, ‘Yeryüzü’ dergisini Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) çıkardığını ileri sürüyor: ‘..Evet.. adı geçen Yeryüzü dergisi bir TKP yayınıdır. Ve de ben o dergide bu amaçla yani derginin TKP görüşüne uygun olması için bulunuyordum’. (Dergi, 15.02.2004)

Arif Damar’ın bu iddiasına dergiyi çıkaran ekipte yeralan Metin Özek karşı çıkıyor. Metin Özek, ‘Yeryüzü’ dergisi fikrinin bir grup genç yazar çevresinde pişirildiğini, finansmanının büyük bölümünün kendi şahsi birikiminden oluştuğunu, arkadaş çevresinin çeşitli katkılarıyla çıkarılabildiğini ileri sürüyor: “Yeryüzü için ‘… Bir TKP yayını …’ denemez. Bu görüş TKP iddianamesin’deki söylemi bile aşar. Yeryüzü’nde yayımlananların TKP görüşleri ile ileri derecede örtüştüğü doğrudur. Çünkü, o zamanlar ülkede kendini Sosyalist/Marksist olarak algılayanların çoğunluğu gibi, Yeryüzü için emek verenlerin de, TKP üyesi olsunlar ya da olmasınlar, dünyaya baktıkları pencere, değişik yoğunlukta da olsa TKP görüşlerine zaten uygundu. Posta ile gelen, elden yollanan, isteğimiz üzerine verilen yazılar/çeviriler/desenler aramızda ortaklaşa seçiliyordu.’(Dergi, 14.03.2004)

Evet, ortada iki görüş var ve bu iki görüşün hangisinin doğru olduğunu saptamak oldukça güç görünüyor. Ne var ki sosyal tarihin görevi bu tür sorunları ortada bırakmamak, aksine üzerine gitmek, irdelemek, araştırmaktır. Bilindiği gibi, bir araştırmada ilk başvurulacak kaynaklar arşivlerdir. Ne yazık ki sözü edilen Türkiye Komünist Partisi – TKP’nin ilgili dönemle ilgili arşivleri elimizde bulunmuyor. Ayrıca illegal faaliyette bulunan komünist partilerinde bu tür kararlar istişari olarak alınır, geride herhangi bir yazılı belge falan bırakılmaz. Bu durumda arşivden çok ilgili derginin nüshalarına ve tarafların tanıklığına başvurmaktan başka çare görünmüyor. Tarafların iddialarını yukarıda kısaca belirttik. Şimdi isterseniz olayın biraz ayrıntılarına inelim.

Arif Damar, ‘.Evet.. adı geçen Yeryüzü dergisi bir TKP yayınıdır. Ve de ben o dergide bu amaçla yani derginin TKP görüşüne uygun olması için bulunuyordum’, diyor. Burada dikkat edilirse ‘TKP yayını’ ifadesini kullanıyor. Bu noktada biraz düşünmekte fayda vardır. Bir yayının ‘TKP yayını’ olabilmesi için ilgili parti organında bu konuda karar alınması ve buna uygun bir örgütlenmenin gerçekleştirilmiş olması gerekir. Arif Damar ’bu kararın hangi parti organında alındığını açıklamıyor. Ancak, Abidin Dino’ya başvurup yardım istediğinde Dino’nun bir sorusu üzerine partide sorumlusu konumunda olan Şevki Akşit’in, dolayısıyla partinin haberi olduğunundan sözediyor. 1951 TKP davası’nın iddianamesinde de benzer ibareler var:

‘ARİF DAMAR (Barikat) komünistler arasında BARİKAT soyadı ile tanınan Arif Damar, Şevki Akşit'e bağlı bir partili iken bilahara Kemal Dayan'a bağlanmış ve aidatını ona vermeye başlamıştır. Parti namına Yeryüzü dergisinde bulunmakta idi. Gaye, derginin parti görüşüne uygun olarak intişar edebilmesi ve bu suretle legal sahada faaliyet gösterme imkânının tekrar temini idi. Ki bu maksatla Arif Damar'ın üst kademeden bazı kimselerle münasebeti muhakkaktır.’

Iddianameye göre soruşturmada yukarıdaki bilgileri veren Arif Damar duruşmada bunları red etmiş ve ‘Yeryüzü dergisiyle alakası olmadığını söylemiştir’.

Şimdi de derginin çıkarılmasına nasıl ve kimler tarafından karar verildiğini Metin Özek’in kaleminden okuyalım:

‘.. Birçok noktada (Arif Damar’ın-ZÖ)) söylediklerine katılmıyorum. Bunların, Arif özellikle ve bilinçli olarak istemiş olmasa bile, kendisinin eleştirdiği türden bazı anı kurguları olduğunu sanıyorum. Her birini tek tek ele alarak uğraşmak değil yazımın amacı; Yeryüzü ile ilgili bildiklerimi aktarmak.

Şükran'ı (Kurdakul), 1951 yılı mart sonu/nisan başı bir gün, İktisat Fakültesi öğrencisi, İzmirli, orada "Fikirler" dergisini çıkaranlardan ve benim Yüksek Tahsil Gençlik Derneği'nde ilk tanıştığım arkadaşım Orhan Kartal'ın Aksaray'da, Atatürk Bulvarı'nın Yenikapı'ya yakın bölümünde bir giriş katındaki ufak bekâr evinde tanıdım. Konu yayımlanması tasarlanan bir sanat/kültür dergisi idi. Ben o aralar C. Sait Barlas'ın "Pazar Postası"nda Nihat Buruşuk takma adı ile, genellikle müzik konusunda düzenli yazıyordum. Bir arkadaş grubu ile elimin hamuruna bakmadan, dergi çıkarmak hayallerim olduğunu bilen Orhan özellikle çağırmıştı. Uzun konuşmalar oldu. Şükran ile ikimiz ertesi gün buluşmak üzere ayrıldık. O günden başlayarak, olanaklar tükenip, yayımlanması kesilmek zorunda bırakılana kadar, "Yeryüzü"nde oldum.. Şükran'la sık sık buluşuyorduk. Bir kez Arif Damar da geldi. Kesin söyleyemeyeceğim fakat, birer kez Fethi Naci ve Şaban Ormanlar'ın (gene O. Kartal'ın evinde), ressam İhsan İncesu'nun bize katıldığını anımsar gibiyim.’

Metin Özek devam ediyor: ‘..baş sorun, ortadaki gerekli paranın tek kuruşunun olmaması idi. Ne benim babamdan aldığım harçlıktan, ne Şükran, Arif ve Naci'nin gelirinden dergi için ayrılabilecek kırıntılar işe yarardı. Şükran peşin abonelik sağlamaya girişti, özel/yakın çevresinden sözler aldı.
Ben olağanüstü bir rastlantı ile işinden ayrılmak istediğini öğrendim ve hemen kendi yerine beni önermesini istedim. Sağ olsun kabul etti; birlikte firmaya gittik. İşe alındım. Mevsim yazdı. Burgazada'da oturuyorduk. Ben 21 yaşını yeni bitirmiştim. Yarıyıl başlayana kadar, 4 ay çalışıp elime geçen parayı, pek fazla tırtıklamadan kenara koydum. Herhangi bir toplu para, herhangi bir yerden, diyesim açıkcası TKP'den filan, gelmedi. Bu kesin. Dergi, arkadaş grubumuzun bu zavallı birikimiyle çıkmaya başladı.’(agk.)

Evet, iki tarafın da anlatımları oldukça farklıdır. Her neyse, çeşitli cephelerden sürdürülen hazırlıklardan sonra dergi yayınlanmaya başlanır. Ancak bu arada önemli bir olay meydana gelir. Arif Damar’ın kendi dilinden dinleyelim:

‘Dördüncü sayı benim Kumkapı'da Vecdi Özgüner'le birlikte kaldığımız odamda Şaban Ormanlar, İlhan Berktay (İkisi de yaşıyor) Şükran'sız hazırlandı. Ben basımını göremedim. Gerçi tarihi 1 Aralık 1951 yazıyorsa da ben 5 Aralık 1951'de Sevinç Tanık, Nuran Bozer, Vecdi Özgüner, İlhan Berktay hep birlikte Erem Esen (Melike Erem Roman) kaçırılmasıyla ilgili olarak tutuklandık.’(agk.)

5 Aralık 1951 tarihinde tutuklanan Arif Damar’ın tekrar tahliye edilmesi 24 Kasım 1953 tarihinde gerçekleşiyor. Arif Damar'ın tutuklanmasından sonra Yeryüzü dergisi yedi sayı daha yayınlanıyor. Bu süre içerisinde dergiyi TKP adına kim(ler)in denetlediğiyse meçhul!.. ‘TKP’nin görüşüne uygun olması için dergide olduğunu iddia eden Arif Damar bu konuda herhangi bir şey söylemiyor. Ancak, kendi ifadesini temel alsak bile bu durumda Yeryüzü dergisi sadece dört sayı TKP denetiminde yayınlanmış oluyor. Diğer sayılarda ‘TKP komiseri’ olarak kendisi olmadığına göre dergi ‘TKP denetimi’ olmadan yayınlanmış oluyor. Bu yargıya Arif Damar’ın anlatımı üzerine vardığımızı bir kez daha hatırlatalım.

Peki 5. sayıdan sonra neler oluyor?

Metin Özek’in anlatımıyla devam ediyoruz:

‘Arif Damar tutuklanınca Fethi Naci (2) daha yoğun emek verdi Yeryüzü'ne. Oktay Deniz imzalı yazılar getiriyor, yayımlanacakların seçimine ağırlığını koyuyordu. Zaten üçümüz birlikte eldeki malzemeyi incelesek de gerçek redaksiyon işini Şükran ve Naci yapıyordu. Ben yazına heveskâr bir Tıbbiyeli okuryazar idim. Onların asıl mesleği ise yazarlıktı. Nitekim "redaksiyon", sonraki on yılları boyunca da mesleklerinin önemli bir bölümü oldu. Ben seçilen malzemenin basımevinde sayfa düzenini, basımını kotarıyor, derginin dağıtımının büyük bölümünü, o zaman oturduğumuz Laleli'den başlayıp, Beyazıt, Cağaloğlu, Köprüaltı, Tünel, Parmakkapı, Taksim, Kasımpaşa vb. kapı kapı dolaşıp gerçekleştiriyordum. Diyesim ayak işleri! Gazete/dergi satan pek çok yer Yeryüzü'nü satmak için kabul etmiyordu. Geri kalanlardan da satılanların parasını almak çok zor oluyordu.
Yeryüzü'nün çıkabilen onbir sayısı da, Karaköy'de, Bankalar Caddesine koşut Mertebani Sokakta (Şimdilerde adı Teğmen Hüseyin Sofu Sokağı) Çituri Matbaası'nda basıldı. Birkaç sayı çıktıktan sonra Çituri kardeşler basmak istememeye başladılar; polis baskı yapıyordu. Her sayı için yalvarmak gerekiyor, "Fakat bu son kez, bilesin!" diyerek gene de basıyorlardı. Son iki sayının yayımlanabilmesi, Çituri'lerin sözünü kıramadıkları bir arkadaşımızın, sevgili Can Yücel'in araya girmesi ile gerçekleşebildi.Bütün bu aşılması çok zor koşullar, dergiyi onbir sayı çıkardıktan sonra "Şimdilik!" diyerek yayını kesmemize yol açtı.’(agk.

Fethi Naci’de anılarında benzer ifadeler kullanıyor:

‘’..İstanbul’da beni ilk arayan Şaban Ormanlar oldu. Arif Damar, Şükran Kurdakul ve Metin Özek , Yeryüzü adlı, on beş günlük bir dergi çıkarıyorlardı. Şaban Ormanlar benim de Yeryüzü’ nde yazmamı istedi..

Şükran’ la o günlerde tanıştık. Şaban tanıştırmıştı; ‘ Naci’ de yardım edecek dergiye’ demişti. Şükran’ da, ben de ekmek parası için çabalıyorduk, Metin Tıbbiye’ de öğrenciydi. Dergi çalışmaları için Şükran’ la Karaköy’ deki küçük meyhanelerden birisini seçmiştik. Ayrıca, muhasebeci olarak çalıştığım bir çeltik ve bulgur fabrikasındaki odamda, daha sonra Beşiktaş Un değirmeni’ nde Şükran’ la buluşur, dergiyi hazırlardık.

Yeryüzü, 15 günlük bir dergiydi. İlgiyle izleniyordu. (Bu ilginin sonucu olarak 3-4 kişi 142. maddeden yargılanmıştı.) Derginin yayımlandığı günler Şükran’ la, adı galiba Güzel İzmir olan.. lokantaya giderdik. Zamanla arkadaşlar da gelmeye başlamıştı. O zamanlar dergi çıkarmak pek zor değildi. Parasal açıdan tabii. Derginin satışı fena değildi. Ayrıca bizimle içmeye gelenler dergi için ufak tefek bağışlarda bulunuyorlardı. ‘ (‘ Dünya bir gölgeliktir’ , anı, sf. 119-120, YKY Yayınları, İstanbul, 2002).

Fethi Naci’nin belirttiği gibi derginin satışı fena değildir. Büyük ölçüde Metin Özek’in özverili çabasıyla dağıtılan dergi dört sayfa olmasına karşın 20 kuruş gibi o döneme göre iyi sayılabilecek bir fiyata satılmaktadır. Bu arada 1 Aralık 1951 tarihli 4. sayıda bir uyarının yeraldığını görüyoruz. “Önemli ricamız: Şimdiye kadar dergimize gönderilen, bazı mektup, havale, gazete v.s. nin geri gittiğini teessürle öğrendik.Özür diler ve bundan böyle her türlü müracaatın, dergimiz ve yazı işleri müdürlüğü adına değil, aynen aşağıdaki adrese yapılmasını rica ederiz:METİN ÖZEK P. K. 38 – Aksaray – İstanbul’

Bu uyarının, Arif Damar’ın tutuklanmasına denk gelmesi ilgi çekicidir. Ancak arada bir bağlantı var mıdır, bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey uyarının içeriğiyle birlikte, hemen hemen aynı tarihlerde derginin kurucularından birisi olan Arif Damar’ın tutuklandığıdır.

.. Ve dergi kapanır.

15 Mart 1952 tarihli 11. sayıda ‘okuyucularımıza’ başlıklı küçük bir yazıda bu konuda şunları okuyoruz: “Bayiilerden muntazam para alamayışımız ve bazı beklenmedik sebepler yüzünden yaz tatiline nisanda başlayacağımızı şimdiden bildiririz. Belirtelim ki memleketimizde matbuatı ya ‘maifatura, bakkaliye ticarethanesine’çevireceksin; ya çeşitli zorluklar, engeller, suçlamalarla karşı karşıya kalacaksın. Sadece şekil güzelliğine dayanan bir çift mısranın, kelimelerin bile hesabını vereceksin icabında. Her yönden alnımız açık, içimiz rahattır. Gelecek mevsim daha kuvvetli, daha güzel çıkacağımızı müjdeler, bizimle ilgilenen, bizi seven bütün sanatkâr arkadaşlarımıza hoşça kalın der candan selamlarız.”

Evet, bu aceleyle yazıldığı her halinden belli kısa yazı aslında çok şey anlatıyor. Yasal, idari, mali baskılar derginin vaktinden once yayın yaşamına son vermesine yol açmış. Her ne kadar, yeni sezonda aynı ad altında tekrar yayınlanacağı belirtilmekle birlikte bu gerçekleşemeyecek ve bu sayı ‘Yeryüzü’ dergisinin son sayısı olacaktır.

Peki, ‘Yeryüzü’ dergisini hikayesi burada bitiyor mu?

Hayır, bitmiyor. Yeni sezonda ‘Yeryüzü’ başlıkli dergi bayiilere ulaşmıyor ama ayni kadro tarafından yeni bir dergi piyasaya çıkarılıyor. Yeni derginin başlığı ise ‘Beraber’ olarak belirleniyor. Bu arada sadece başlığın değil, sahibinin de değiştiğini görüyoruz. ‘Yeryüzü’ dergisindeki künyede yeralan Mehmet Abidin Özkan ismi yerine ‘Beraber’ dergisindeki künyede Metin Özek ismiyle karşılaşıyoruz.

Aslında bunun formel bir değişiklik olmak dışında bir anlamı olmasa gerek, çünkü ‘Yeryüzü’ dergisinin idari, dağıtım ve mali yükünü büyük ölçüde çeken kişinin zaten Metin Özek’ten başka isim olmadığını biliyoruz. Diğer bir değişikliğin ise basıldığı matbaa olduğu anlaşılıyor. Yeni derginin künyesinde Çituri Biraderler yerine İstanbul Matbaası’nın yeraldığını görüyoruz. Çünkü, Metin Özek’in belirttiği gibi, Çituri Biraderler uzun süre polis tarafından baskı altında tutuluyorlardı ve her sayıda bunun son sayı olduğunu ihmal etmiyorlardı.

Derginin başlığı, sahibi, basıldığı matbaa değişiyor ama formu, mizanpajı, yazı karekterleri, sayfa sayısı, abone koşulları, fiyatı aynı kalıyor. Hatta adresi bile değişmiyor: P.K. 38, Aksaray – İstanbul. (Kendi anlatımına göre bu adresin Metin Özek’e ait olduğunu bu arada belirtelim). ‘Beraber’ dergisi,‘Yeryüzü’ dergisinin o kadar devamı ki adet olduğu üzere bir ‘çıkarken’ yazısına bile gerek görülmüyor.

‘Beraber’ dergisi toplam olarak dokuz sayı yayınlanıyor ve 1 Ocak 1953 tarihinde yayın yaşamına son veriyor. İşin ilginç tarafı bu konuda herhangi bir açıklamanın, hatta imâ’nın bile olmamasıdır. Bu durumda akla, ‘iyi saatte olsunların’ mu’tat görevini yerine getirdiği, sosyal tarihi bir nevi ‘dergi ve gazete mezarlığı’na dönüşen Türkiye’de bir derginin daha ‘hakkın rahmetine kavuştuğunu’ düşünmenin ötesinde bir şey gelmiyor.

Evet, kendileri gitti isimleri kaldı yadigâr. Bu vesileyle, onların anısına Orhan Veli’nin bir şiirini buraya almanın pek bir mahzuru olmasa gerek sanırım. Bu çok sevdiğim şiirin, ‘Beraber’ dergisinin yedinci sayısında, şairin ölümünün ikinci yıldönümü nedeniyle yayınlanmış olması da ayrı bir anlam taşıyor benim için. (3)

KİTABE-İ SENG-İ MEZAR

-I-

Hiç bir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın adını
Günahkâr da sayılmazdi
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye


-2-

Mesele falan değildi öyle
To be or not be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi;
Aldılar, götürdüler,
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helâl ederler elbet
Alacağına gelince…
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.

-3-
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr,
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısı ile:
‘Ölüm Allahın emri,
Ayrılık olmasaydı.’

ORHAN VELİ

(1) Yeryüzü: Onbeş günlük fikir, sanat dergisi. İdare yeri: Çeşnigil Sokak 3 – Cağaloğlu. Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden: Mehmet Abidin Özkan. Fiyati: 20 kuruş. Çituri Biraderler Basımevi. İlk Sayı: 1 Kasım 1951. Son Sayı (11) 15 Mart 1952.

(2) Bu arada akla şu soru gelebilir: Acaba Fethi Naci TKP’nin üyesi olabilir ve Arif Damar’ın yerini almış olabilir mi? Bu konuda ne Arif Damar’ın, ne de Fethi Naci’nin herhangi bir imada bulunmadığını hatırlatalım. Fethi Naci’nin TKP üyeliğiyle ilgili olarak ayrıntıli bilgi için şu makaleye bakabilirsiniz: ‘Fethi Naci’nin ardından’, Zülfikar Özdoğan, Küyerel.

(3) ‘Yeryüzü’ ve ‘Beraber’ dergilerinin koleksiyonları, Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde (USTE) bulunmaktadır.

zaterdag 3 maart 2012

İlerici Yurtsever Gençlik Gazetesinin 30. Yılı



İYG tarafından çıkarılan ve Portekiz'deki 'Kırmızı Karanfil' devrimini sembolize eden poster.





İlerici Yurtsever Gençlik (İYG) gazetesinin ilk sayisi otuz yil once
17 Kasim 1975 tarihinde, Uluslararası Öğrenciler Günü’nde
yayinlanmaya baslandi. Leninist (siz bunu Stalinci olarak okuyabilirsiniz) bir
gazeteydi. Lenin'in, `gazete, kollektif bir propagandaci oldugu
kadar, ayni zamanda kollektif bir orgutleyicidir' şiarina uygun
olarak komunist genclik hareketini orgutlemek, guclendirmek ve
yonlendirmek amaciyla cikartildi. Komunist genclik hareketinin merkez
yayin organiydi. Basindan sonuna dek Turkiye Komunist Partisi (TKP)
Genclik Burosu tarafindan yönetildi ve denetlendi.

İYG'yi degerlendirirken kuskusuz leninist kontekst icerisinde
dusunmek gerekir. Yani, başinda SBKP'nin yeraldigi dunya komunist ve
isci hareketi, buna bagli olarak TKP ve TKP MK aparatlarindan birisi
olan Genclik Burosu ve buna bagli genclik gazetesi olarak İYG… Tipik
leninist bir konsept!..

Ancak kuskusuz kendine ozgu ozellikleri de vardi. Parti ve bagli
Genclik Burosu illegaldi, ama gazetesi legaldi! Kisa bir sure sonra legal
genclik orgutu olarak İlerici Gencler Dernegi (İGD) de kurulacak ve ilerici
genclik hareketi adi altinda Turkiye'ye ozgu komunist genclik
orgutlenmesi kervani yola duzulecekti.

1975'den 80'e dek suren sert ve kanli mucadelede hareket binlerce genci mobilize etti, partinin
guclenmesinde motor gucu olusturdu. Gelisen TKP hareketi
icerisinde gencligin yeri ve rolu diger ulkelerle kiyaslanmayacak
olcude fazlaydı, cunku üyelerinin cogunlugu gençlerden oluşuyordu.
Kuskusuz elimizde cok net rakamlar yok ancak ilerici
genclik hareketinin TKP'nin kadro yatagini olusturdugunu belirtmek
kesinlikle bir abartma degildir.

Aslinda kimi ozgul yanlarina karsin konseptte degisen fazla bir sey
yoktu. Dunya komunist hareketinin birikimi cercevesinde olusan
kurallarin disina cikilmadi. Syky parti disiplini, partinin ideolojik
ve politik hattina sadakat, verilen gorevleri harfiyen yerine
getirmek, gencligi isci sinifinin dumeninde tutmak –
meshur `gencligin yolu isci sinifinin yoludur' slogani- vb ilkeler
diger ulkelerin komunist hareketlerinde de uygulandi. Sablon uc asagi
bes yukari ayniydi. Bu sablon Stalinci bir sablondu ve bizde en kati
yontemle uygulandi. Zaten, SBKP'ye bu denli körükörüne bagli ve sadik
bir hareketten de baska sey beklenemezdi.

Ancak bes yil gibi kisa zamanda elde edilen basarinin altinda –yirmi
binlere oturan İYG tiraji (en yüksek baski sayisinin 36 bin oldugunu animsiyorum)
ve IGD`nin binlerce kisiyi mobilize
edebilmesi elbette kendi cercevesinde bir basariydi- sadece bu sablonun
kati bir bicimde uygulanmasi yatmiyordu. Bu gelismenin altinda esas
olarak komunist hareketin yillarca yasaklanmis olmasinin getirdigi
gizemli cazibeyle birlikte Sovyetler Birligi'nin Turkiye sosyalist
hareketinde bir cekim merkezi olarak one cikmasi yatmaktadir. Yani,
dunya komunist hareketinde (Sovyetik hareketi kastediyoruz) simdiye
dek baska yerde uygulanmayan cok farkli ve ozel bir model uygulandigi
icin Turkiye'de basari kazanilmadi. Ya da hareketi yonetenler
olaganustu devrimciler oldugu icin bu basarilara imza atilmadi.
Turkiye devrimci hareketinin icinde bulundugu başsiz, ondersiz
kabarmanin yolactigi arayisin sonucu olarak Sovyetler'in bir ‘kutup
yildizi’ gibi parlamasi ve TKP'nin gizemli mevcudiyetsizligi bir cekim
merkezi yaratti ve bu cok ozel kosullarda Turkiye'deki sosyalist
kadrolarin bir kismi TKP'yi kesfetti. Sadece kesfetmedi, haril haril
partiyi aramaya basladi. Turkiye'de bulamayinca arayisini yurtdisinda
surdurdu ve sonuc olarak ‘biri felcli uc kisiden murekkep’ partiyi
bulup Turkiye topraklarina ayak bastirdilar. Dunya komunist
hareketinde bunun bir baska ornegi yoktur ve bu ornek son derece
ilginctir. Kuskusuz uzerinde durmaya, incelenmeye deger bir ornektir
ve Turkiye'nin siyasi tarihiyle birlikte dusunuldugu zaman ancak
anlamli sonuclara ulasilabilir.

Elbette bunu anlayabilmek icin biraz geriye gitmekte yarar var. 12
Mart donemini hatirlayalim. 12 Mart doneminde genclerin devrimci
kalkismasinin hunharca ezilmesi devrimci hareketi geriletemedigi gibi
aksine bir kabarisa yolacti. Ancak isin ilginc yani, hareket
kabarirken onder kadrolar elimine edildigi icin bu kabaris akacak yon
aramaya basladi. O donemi soyle bir gozumuzun onune getirirsek;
Mahir'ler oldurulmus, Deniz'ler asilmis, TİP yoneticileri agir
cezalarla iceri atilmis, Dr. Kivilcimli ve Mihri Belli yurt disina kacmak
zorunda kalmislardi. Tabloyu tamamlamasi amaciyla
Perincek'ci `Safak'grubu da takim taklavat en son olarak iceri
alinmislardi. Ortada harekete yon verebilecek perspektife ve vizyona
sahip hic bir orgutlu guc birakilmamisti. “Bas'siz dev” gibi ucube
bir garabet ortaya cikmisti.

12 Mart'in bir ozelligi de ileride sosyalist hareketi yonlendirecek
kadrolarin daha once firsatini bulamadiklari marksist klasikleri
okumak icin genis bir zamani elde etmeleridir. O donemde incelendigi
kadar marksist klasikler baska donemde incelenmedi. Okunan butun
kitaplar, Maocu ve Fokocu yayinlari bir tarafa koyarsak, isci
sinifinin onculugunden ve partinin ideolojik – politik, orgutsel onderliginden
sozediyordu. Gerek devrimci hareketin ezilmesinin yarattigi hayal
kirikligi ve buna bagli olarak bu isin boyle gitmeyecegi dusuncesinin
yayginlasmasi, gerekse marksist klasiklerin isci sinifinin ideolojik –
politik onculugu ilkesinde israr etmesi belirli bir kadroyu dusunmeye
ve arayisa yoneltti. Bu arayis sonucunda TKP gizlendigi mekandan
disari cikarildi, kitlelerle bulusturuldu. Bu cabayi ilk yurutenler
Sosyalist Genclik Orgutu'nden (SGO) Ingiltere'ye giden Yurukoglu ve
Iscinin Sesi ekibi, Ankara'daki SGO'luler, Istanbul'daki SGO'luler,
Partizan grubu ve TİP içerisindeki Emek grubu oldular. TKP'nin ilk temel taslarini
olusturan gruplar bunlardir. Daha sonra buna GSB'yi (Genc
Sosyalistler Birligi) de katabiliriz. Ancak GSB, TKP'nin ilk
olusumunda yeralmadi, sonra katildi ve hareketin kitlesellesmesinde
hayati bir rol oynadi.

Tekrar ilerici genclik hareketine donersek. İYG'nin yayinlanmasi, sadece
komunist genclik hareketinin degil, genel olarak komunist hareketin
yeniden dogmasinda da bir donum noktasidir. TKP, ceyrek yuzyil sonra
ilk kez legal bir yayin cikarmak curetini gostermektedir ki bunun
politik anlami bir butun olarak komunist hareketin acilarla,
baskilarla dolu gecmisi dusunulurse daha iyi anlasilabilir. Yoksa
İYG'nin yayinlanmasi tek basina fazla bir anlam ifade etmeyebilir.
Onu, komunist hareketin ve ozel olarak komunist genclik hareketinin
gecmisiyle birlikte degerlendirirsek daha dogru ve net sonuclar elde
edebiliriz.

Bu isin bir yani. Diger yani ise sudur: 1975-80 arasi ilerici genclik
hareketini incelemek isteyenler icin en kapsamli kaynak olarak
elimizde su an İYG, devami olarak Genclik Dunyasi ve tek sayi cikan
Genclik Haberleri koleksiyonlari vardir. Yine bu cercevede Liseli
Genclik'i de unutmamak gerekir. Bir diger onemli bir kaynak olarak
yine İYG yayinlarinda cikan IGD 1. Kongresi'ni sayabiliriz. Ne yazik
ki bunlarin disinda kapsamli bir kaynak bulmak olasi degildir.
İYG'nin arsivi de diger sol yayinlar gibi polis tarafindan goturuldu.
Akibetinin ne oldugu simdilik mechuldur. Umalim ki imha etmemislerdir
ve en azindan bizden sonraki nesiller incelemek sansini elde ederler.

Kuskusuz diger sol yayinlardan da ilerici genclik hareketini izlemek
olanaklidir. En azindan diger gruplarin bu hareketi nasil
degerlendirdikleri acisindan onemli kaynaklardirlar. Boylelikle daha
komple bir sonuca ulasmak mumkundur.

x x x

İYG'nin bir çalisani, o dönemde legalize ol(a)mayan genel yayin yönetmeni olarak,
gazetenin cikarilmasinda birlikte calistigim arkadaslarimi sevgi ve saygiyla
selamliyorum. Politik yasamimin en guzel bes yilini İYG'de onlarla birlikte gecirdim.

Nice insanlar tanidim, nice olaylara tanik oldum.

Gök kubbede kalan ise sadece hoş bir seda idi!

Zülfikar Özdoğan

Not: 15 Kasım 2005 tarihinde Tüstav tarih grubunda yayınlanan bir yazı.

donderdag 1 maart 2012

Fatma Hikmet İşmen: İlk ve Tek Sosyalist Kadın Senatör



Türkiye'nin ilk ve tek sosyalist kadın senatörü:
Fatma Hikmet İşmen (1918 - 2006)


Birinci Dünya Savaşı'nın bittiği ve Osmanlı'nın Balkan'ların bütün bölgelerinde ağır bir yenilgiye uğradığı ve geri çekildiği o ağır ve meşakkatli günlerde Yanya'da oturan Hüseyin Hüsnü bey, eşi, yeni doğan kızı Fatma Hikmet ve diğer kızıyla birlikte İstanbul'a göçer.

O dönemde Arnavutluk'tan göçen her aile gibi önce Beşiktaş'a yerleşirler. Hüseyin Hüsnü bey Harp Okulu mezunu olduğu için hemen Kafkas cephesinde görev alır. Daha sonra ise Samsun'a tayin edilir.

Bu arada İstanbul karışık olduğu için ailesini Tokat'a yerleştirir ve kendisi de arada bir 'Hızır Aleyhisselam' gibi at sırtında çıkagelir. (1)

Baba anne de olur

Savaşın bitimiyle birlikte tekrar İstanbul'da Beşiktaş'a yerleşen aile, babanın görev yerinin Adapazarı olarak belirlenmesi üzerine bu kente taşınır. Bir kız çocuğunun daha doğmasıyla aile önce kalabalıklaşır ancak bir süre sonra annenin (2) yaşamını yitirmesiyle derin bir boşluk doğar.

Böylelikle baba aynı zamanda annelik görevini de üstlenir ve eşinin hatırasına hürmeten bir daha da evlenmez. Kısa bir süre Sarıkamış'ta görev yapan Hüseyin Hüsnü bey çocuklarının eğitimi nedeniyle İstanbul'a tayinini ister ve ailecek İstanbul'a taşınırlar.

İlkokuldan sonra tavsiye üzerine önce Arnavutköy Kız Koleji'ne başlayan Fatma Hikmet daha sonra İstanbul Kız Lisesi'nin fark sınavlarını vererek kaydını bu okula yaptırır. 1933 yılında liseyi bitiren Fatma Hikmet aynı yıl Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde öğrenimine devam eder,

İlk kadın ziraat mühendislerinden

İngilizce, Fransızca, Almanca ve Latince öğrenir ve 1937 yılında Ziraat Mühendisi olarak mezun olur. Böylelikle Fatma Hikmet İşmen aynı zamanda Türkiye'nin ilk kadın ziraat mühendislerinden birisi unvanını alır.

İlk görev yeri İzmir Zirai Mücadele Enstitüsü Bitki Hastalıkları Bölümü'dür. Dört yıllık uğraştan sonra Ankara Zirai Mücadele Enstitüsü'nde görev alır ve iki yıl sonra, 1945 yılında, İstanbul Zirai Mücadele Enstitüsü'nde göreve başlar.

Bu arada kısa bir süre Londra'da bitki hastalıkları üzerine araştırma yapar. Daha sonra ise Kanada'ya giderek doktorasını tamamlar.

Adnan Cemgil'in teşvikiyle 1964 yılında Türkiye İşçi Partisi'nın (TIP) etkinliklerine katılmaya başlar. Parti yayınlarını postalamaktan köylere gidip propaganda çalışmalarına katılmaya dek birçok pratik ise koşturur.

Ve Senato'da

1966 yılında partiden senatör adayı olması istenir ve bu teklifi fazla düşünmeden kabul eder. Ancak gönlü politikada değildir, çünkü zirai alandaki araştırmalarından kopmak istememektedir. Ne var ki, partiye destek olmaktan da kaçınmak istemez.

Zaten nasıl olsa seçilmem olanaklı değil, diye düşünür. Ancak sonuç hem kendisi hem de çevresi için tam anlamıyla bir sürprizdir. Radyodan senatör seçildiğini duyunca çok şaşırır. Artık dönülmez bir yolun başındadır.

TİP Kocaeli senatörü olarak yemin eder ve göreve başlar.

Senato'da yer aldığı dokuz yıl boyunca kırktan fazla soru önergesi vermesine rağmen hiçbirine yanıt alamaz. Soru önergelerine yasa gereği 15 gün içerisinde yanıt verilmesi gerektiği halde bu kural sosyalist senatör için rafa kaldırılır!

İşmen, Senato'da birçok konuda konuşmalar yapar. Yaptığı konuşmalarda anti-demokratik uygulamalar, eğitim, tarım ve hayvancılıkla ilgili görüşlerini dile getirir.

Konuşma metinlerinin itidalli diline rağmen çoğunluğu teşkil eden Adalet Partililer (AP) (Süleyman Demirel'in Adalet Partisi) buna bile tahammül edemezler ve ağır hakaretlerle kürsüden indirmeye çalışırlar.

Öyle ki kimi zaman bir kadına karşı ağza alınmayacak sözlerle sataşan ve maçoluğunu zevkle teşhir eden AP'li senatörler, bu tepkilerini müdahale etmeye dek götürmekten çekinmezler.

İlk konuşma Alevi-Sünni ayrımı

Senato'da yaptığı ilk konuşma ise Alevi - Sünni ayırımı üzerinedir. AP'ni Alevi - Sünni ayırımını körüklemekle suçlayan İşmen, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın uygulamalarını eleştirir.

"Yurttaşları din ve mezhep ayrılıkları bakımından birbirine düşürmek hem iç, hem de dış sömürgecilerin işine gelmektedir" diyen İşmen'in bu sözleri AP'lileri çileden çıkarır ve sözleri protestolarla kesilir ve bu tür protestolar hemen hemen tüm konuşmalarında rutin hale getirilir.

TİP'in 1971 yılında kapatılması ve 1973 seçimlerinden sonra parlamentodaki tek sosyalist temsilci olmanın getirdiği ağır yük İşmen'i bir hayli üzer ve yorar.

12 Mart askeri müdahalesinin ağır ve yıpratıcı koşulları da adeta bu durumun 'tuzu - biberi' olur. Ancak buna rağmen Senato'da kurduğu kişisel dostluklarla ve siyasi grupların arasındaki çelişkilerden yararlanarak görevini layıkıyla sürdürmeye çalışır.

"Tabii Senatör" unvanını taşıyan Milli Birlik Grubu'yla iyi ilişkiler kurar. Ancak basın, tek sosyalist parlamentere karşı adı konmamış bir sansür uygular. Dolayısıyla Fatma Hikmet İşmen'in senatör olarak performansı 'düşük' gösterilmeye çalışılır.

1975 yılında parlamenter olarak görevini tamamladığı zaman dokuz yıllık hikayesini kağıda döker ve deneyimlerini kitap olarak yayınlar. (3)

Evlilik müessesine karşı

Fatma Hikmet İşmen, sadece politik mücadelesinde değil özel yaşamında da ilkeli ve direngendir. Örneğin evlilik müessesini pespaye bir birliktelik olarak nitelendirir ve kesinlikle evlenmez. Bu durumu ise söyle izah eder:

"Ben hiçbir zaman erkek arkadaşımla evlenmeyi düşünmedim. Evlendikten sonra adam bir tarafta, kadın bir tarafta. Rezalet bir şey. Arkadaşlarımı görüyordum. Hepsi ahu zar içinde. Zaten evlenseydim de boşanırdım. Çünkü erkeklerimizi çok iyi gördüm tanıdım, üstelik benim tanıdıklarım hep kalburüstüydü..."

"Peki, çevreniz bu durumu nasıl karşıladı?" diye sorulunca ise şu yanıtı verir: "Çevre mi, hangi çevre? Onların ne düşündüklerini hiçbir zaman öğrenmek istemedim..."

Bugün birçok kişiye doğal ve son derece medeni bir tavır olarak görünen bu tutumun bundan 50-60 yıl önce, son derece muhafazakar toplumsal koşullarda bir kadın tarafından bir yaşam felsefesi olarak benimsenmesi ve uygulanması oldukça şaşırtıcıdır.

Başkalarının özgürlüğü için en ön safta mücadele etmenin yanında kişisel özgürlüğünü de ön planda tutması ve bunu titizlikle koruması pek rastlanır bir örnek değildir.

Özgürlüğü, toplumsal ve kişisel ayırımı yapmadan yaşam felsefesi yapması bugün bile az rastlanır bir olaydır..

9 Mayıs Salı günü (2006) aramızdan ayrılan Fatma Hikmet İşmen'i sevgiyle ve saygıyla uğurluyoruz. Güle güle Fatma Hikmet İşmen, Türkiye'nin ilk ve tek sosyalist kadın senatörü güle güle. Toprağın bol, ismin unutulmaz ve anın daim olsun.

Zülfikar ÖZDOĞAN

Not: 10 Mayıs 2006 tarihinde Bianet'de yayınlanan bir yazım.Bu yazı bir hayli ilgi gördü ve bir çok internet sayfasında yayınlandı.

(1) İşmen'in yaşam öyküsüyle ilgili bilgiler büyük ölçüde şu kitaptan alınmıştır: Biyografya 1, 1961-1971 dönemi, Bağlam yayınları, 157 sf, İstanbul, 2001.

(2) İlginç bir olay. Yukarıda sözü edilen kitapta babasının ismi birkaç kez yer aldığı halde annesinin ismi maalesef yok. Fatma Hikmet İşmen'in annesinin adını anmadığı düşünülemeyeceğine göre yazıyı hazırlamak için kendisiyle görüşen Firdevs Gumuşoğlu herhalde gazeteciliğin temel kurallarını unutarak annesinin adını yazmayı atladı! Demek ki 'kadının adı yok' lafı boşuna söylenmemiş! Ayrıca, 'kadının adi' sadece erkekler tarafından değil bazen kadınlar tarafından da unutulabiliyormuş!

(3) Fatma Hikmet İşmen, Parlamentoda 9 yıl: TİP Senatörü olarak 1966-1975 dönemi parlamento çalışmaları, Çark, Ankara, 1976, 541 sayfa.

dinsdag 28 februari 2012

68 Kuşağı





Kusaklardan soz edilince bundan hemen ayni donemi yasamis, ayni
ozellikleri tasiyan, ayni dusunce yapisina sahip ve ayni tepkileri
veren, benzer insanlarin olusturdugu bir yas grubunu anlamamak
gerekir. Bu anlamda bir 68 kusagindan kimse soz etmiyor. Dolayisiyla
bugun birbirine benzemeyen iki 68'linin olmamasi hic de tesaduf
degildir.

Burada aslolan sey farkli ozelligi olan bir doneme yasi itibariyle
taniklik etmektir. Ayni donemi yasamis olmakla, olmamak arasinda,
ozel toplumsal olaylara bizzat taniklik etmek anlaminda bir farklilik
oldugunu kabul etmek gerekir. Nasil bir Ekim Devrimi, Ikinci Dunya
Savasi kusagi varsa, Turkiye ozelinde bir 68 kusagi vardir ve siyasal
literature girmistir. Bu kusaga anlamini veren de yasadigi donemin
mustesna toplumsal ozellikleridir, o donemin eylemlerine katilmis
olmasidir ve tanik oldugu tartismalar, eylemlerdir. Kisacasi, icinde
yasadigi sosyal ortam, nefes alip verdigi entellektuel cevredir.
Bunlarin o donemin gencleri uzerinde izlerini birakmamasi
dusunulemez.

Peki 60'li yillarin farkliligi nereden kaynaklanmaktadir?

60'li yillar Turkiye'nin toplumsal tarihinde diger yillarla
kiyaslanmayacak farkli ozelliklere sahiptir. Sosyalist hareket ilk
kez sokaga cikmis, gunluk sohbetlerin konusu olmus, koylerdeki
kahvelere dek girebilmistir. Sadece kahvelere girmemis, parlamentoya
da girmis ve 15 milletvekiliyle grup kurmustur. Turkiye'nin daha
onceki toplumsal tarihiyle kiyaslarsak bu kelimenin tam anlamiyla
toplumsal bir depremdir.

TIP'in parlamentoya girmesiyle Turkiye artik elitlerin at oynattigi
bir alan olmaktan cikti, iscilerin, koylulerin, marabalarin sorunlari
radyolarda secim konusmalarina konu oldu, hatta bizzat kendileri
secim konusmalari yaptilar. (Bkz. TIP'in secim propaganda
konusmalarina). Solculugun daha onceki yillarda Sansaryan Han'la
hapishaneler arasindaki dar alanda talim ettigini dusunursek bunun ne denli onemli
oldugunu daha iyi anlariz.

Sol, sosyalizm, kapitalizm, emperyalizm, burjuvazi, isci sinifi,
koyluler, somuru, sendika, grev, isgal, mucadele, orgutlenmek vb
sozcukler ilk kez bu yillarda siyasal literaturumuze girmis ve
kitlesel olarak kullanilmaya baslanmistir. Daha onceki yillarda bu
sozcuklerden birisinin bile kullanilmasinin yillarca hapis cezasiyla
cezalandirildigini düşünürsek, 60'li yillarin gercekten farkli
ozellikler tasiyan yillar oldugunu goruruz.

60'li yillarin farkliligini yayinlarda da gormek mumkundur. Sosyal
Adalet, Yon, Devrim, Ant, Turk Solu, Emek, Isci-Koylu, Aydinlik,
Sosyalist bu donemin sol yayinlari olarak genis bir okuyucu
kitlesine sahiptiler. Daha onceki donemlerle kiyaslarsak fersah
fersah bir ilerleme oldugunu goruruz.

Daha onceki donemlerde insanlar birakin bu tur legal yayinlari
okumayi, Nazim'in siirlerini bulundurduklari icin yillarca hapis
yatiyorlardi. Nazim'in siirlerini illegal olarak yaymak ve okumak
belli basli sosyalist propaganda araciydi.. Legal siyasi yayin olmadigi gibi
illegal yayinlar da bir hayli kesatti. 60'li yillardaki sol
yayinlarin bollugu bu anlamda adeta bir zicirlerinden bosanma
olayidir.

Turkiye'nin toplumsal yapisi ilk kez bu donemde masaya yatirildi.
Milli Demokratik Devrim (MDD) ve Sosyalist Devrim (SD) tartismasi
sosyalist harekette bir bolunmenin taraflari olarak anilir ama asil
onemini Turkiyenin toplumsal yapisindaki egemen anlayisin sorgulanmasi
olarak gormek gerekir. ATUT (Asya Tipi Uretim Tarzi) tartismalari bu
arayisin sonucudur ve entellektuel sol yasamda yeni ufuklar acmistir.
Daha onceki ciliz sol harekette benzer tartismalarin olmadigini,
sosyalist hareketin Komintern'in talimatlariyla yonetildigini
unutmayalim.

Bu donemde buyuk toplumsal olaylar yasandi. `6. Filo defol', `Onlar
ortak biz pazar', ABD elcisi Kommer'in arabasinin yakilmasi, Istanbul
Universitesi'nin isgali, Kavel grevi, 15-16 Haziran isci direnisi vb
eylemler toplumsal tarihinde bir ilk'i olustururlar. Daha once benzer
olaylar hic yoktur.

60'li yillar Turkiye'nin toplumsal ilerlemesi anlaminda diger
yillarla kiyaslanamayicak ozelliklere sahiptir ve bir aydinlanma,
cagdaslasma, uyanis donemidir. Bu anlamda bir donemi Turkiye ne
öncesinde, ne de sonrasinda yasamadi. Bu doneme tanik olanlarin da bir
kusak olarak anilmasi pek yanlis sayilmaz.

Bu kusagin en buyuk ozelligi anti-emperyalist olusuydu. Ogrenci
eylemlerine damgasini vuran karekter anti-emperyalist motiflerdi: 6.
Filo, Ortak-Pazar, ABD usleri, Nato karsiti eylemler vb. Iscilerle
dayanisma eylemleri de vardi ama ayni sesi getirmiyorlardi. 15-16
Haziran genel direnisinde devrimci gencligin nasil apisip kaldigina
bizzat tanik oldum. Boylesine buyuk bir direnisin kendilerinin
disinda ortaya cikmasina bir turlu inanamiyorlardi. Iscilerin bu
denli buyuk bir direnisi gerceklestirmis olmalarini
anlayamiyorlardi..

Sonuc olarak, bu donemdeki gencligin devrimci soylemlerinde anti-
emperyalist motifler, anti-kapitalist motiflere gore daha agir
basiyordu. Buna da cok sasirmamak gerekir. Cunku sosyalizm bizde anti-
emperyalist kanallardan gelisti. Unutmamak gerekir ki ulkenin yakin
tarihinde bir istiklal savasi vardi ve bu savas daha sonraki
nesillerin uzerinde buyuk etkiler yaratti.

Yonetici elit kesim de kemalist milliyetci nesiller yetistirmek icin devletin butun
olanaklarini seferber ettiler. Yillarca suren bir propaganda
kampanyasiyla (Turk tarih tezleri, Gunes dil teorileri vb) salt
milliyetci genc kusaklar yetistirdiler. 60'li yillarda ortaya cikan
sosyalist hareketin ant-emperyalist motiflerle one cikmasi bir
rastlanti olarak nitelenemez. Ayrica bizde kapitalizmin gelisiminin o
bu donemde bir hayli zayif oldugunu gozonunde tutmak gerekir.

Bu nedenle 60'li yillarda Marksist sosyalistlerle radikal
kemalistlerin ozellikle ilk baslarda icice oldugunu
goruyoruz. `Mustafa Kemal Yuruyus'lerini –ki bircok yerde duzenlendi-
marksist sosyalistlerle radikal kemalistler birlikte duzenlediler.
Bircok orgutte ayni yonetimde yeraliyorlardi. Deniz Gezmis'in
kendilerini `marksist kemalist'olarak nitelemesi bir tesaduf degildi.
Radikal kemalistlerin yayin organi `Devrim', ayirimlarin yeteri kadar
farkinda olmayanlar tarafindan marksist bir yayin olarak
algilaniyordu. Zaten daha once `Yon'dergisinde hem marksistler hem de
radikal kemalistler yanyana yazilar yayinliyorlardi. Soylemleri hemen
hemen ayniydi.

Devrimci hareket anti-kapitalist ozellikler kazanmaya baslayincaya
dek marksist sosyalistlerle radikal kemalistlerin birlikteligi devam
etti. Radikal kemalistlerin 12 Mart'ta yenilmesi, marksist yayinlarin
giderek artmasi, daha sonra isci hareketindeki kabarma vb etkenler bu
iki akimin yollarinin ayrilmasina neden oldu. Ancak yedi duvel
dusmani kuvva-i milliyeci ruh bu donem gencliginin dusunce
koridorlarinda asili kaldi. Bu nedenle 68'li gencliginin kuvva-i
milliye hassasiyetinin belirli bir temeli vardir.

Gerci bunun sadece onlarla sinirli oldugunu soylemek de biraz
haksizlik olur gibime geliyor. Esas olarak sosyalist hareketimizde
milliyetci motifler bastan buyana vardi ve Turkiye sosyalist hareketi
hic bir zaman kendisini kemalist milliyetciligin boyundurugundan
kurtaramadi. Ama bu da ayri bir yazi konusu olabilir. Belki baska bir
sefere…

Zulfikar Ozdogan

Not: Tustav tarih grubuna 2006 yilinda yazilan bir yazi.

maandag 27 februari 2012

Arşivler insanlığın kolektif bilincinin tanıklarıdır




En basta belirtmek gerekir ki, arsivler, ne bir kisiye, ne bir
zumreye, ne bir sinifa, ne de bir millete aittir, arsivler butun
insanligin ortak bellegidir. Onlar, insanligin kolektif bilincinin birinci
dereceden taniklaridirlar. Eger arsivler olmasaydi insanlik tarihi bir tevaturler yumagindan baska bir sey olamazdi.

Arsivler sayesinde biz gercege her zamankinden daha fazla yakiniz.
Onlar olmasaydi burnumuzun ucunu goremez, gelecekle ilgili
dusuncelerimiz afaki sayiklamalar olmaktan oteye gidemezdi.

Bugun Osmanli arsivleri sadece Turkiye Cumhuriyeti icin degil, sadece
eski Osmanli cografyasi icin de degil, ama bir butun olarak
Avrupa'nin, Asya'nin, Afrika'nin, hatta gec donem itibariyle
Avustralya'nin tarihi icin de onem tasimaktadir.

Gunes batmayan imparatorlugun anayurdu olan Ingiltere'nin arsivleri
olmadan dunyadaki gelismeleri aciklamak olasi midir?

Ya Fransa,Almanya, ABD arsivleri..?

Mevcut olmadiklarini veya olsada hic acilmadiklarini bir dusunelim; herhalde dusunce ufuklarimiz bir hayli kararirdi.

Hele Rusya'nin arsivleri olmadan sol hareketleri
yazmak bir yana, kenarindan ucundan anlamak bile mumkun degildi.

Bu nedenlerle bu ulkelerde bulunan arsivler insanligin kollektif
bilincinin bir parcasini olustururlar ve butun insanliga aittirler.
Onlari koruma altina alan kuruluslarin da bu zihniyette olmasi beklenir.

Bunun somut gostergesi olarak da arsivlerin milliyet ayrimi
gozetilmeksizin butun arastirmacilara acilmasi zorunludur.

Bu gunumuzde insan haklarinin, en cagdas hak olan bilgi edinmek hakkinin dogal bir parcasini olusturmaktadir.

Kisi haklari nedeniyle konulan tahditler bu prensibe
aykiri olamaz, olmamalidir.

Arsivlerin aidiyetinin evrenselliği, siyasi hareketlerin ve orgutlerin
arsivleri icin de gecerlidir.

Turkiye Isci Partisi'ni (TIP) dislayarak 60'li yillari, TKP'yi ve diger radikal sol orgutleri dislayarak 70'li yillari, DISK'i dislayarak isci hareketlerini ve bir
butun olarak Turkiye'nin sosyal tarihini gercege uygun bir bicimde
yazmak mumkun mudur?

Turkiye Komunist Partisi'nin (TKP), Turkiye Isci Partisi'nin (TIP),
Turkiye Sosyalist Isci Partisi'nin (TSIP) ve bunlarin devamini
olusturan diger sosyalist partilerin arsivleri sadece komunistler,
sosyalistler acisindan mi bir anlam tasimaktadir?

Her ne kadar tarihsel gorevini tam anlamiyla yerine getirememis olsa
da bu kucuk ve celimsiz sosyalist, komunist partilerin Turkiye
Cumhuriyeti (TC) tarihindeki yeri yadsinabilir mi?

TC'nin toplumsal tarihini yazanlarin bu orgutleri bir turlu atlayamamalari bu nedenle anlasilabilir bir seydir.

Dolayisiyla bu arsivler bir butun olarak bu
topraklarda yasayan insanlarin ve bagli olarak insanligin ortak
bilincinin bir parcasidir, diyoruz.

Peki bu durumda arsiv kurumlarinin durumu nedir?

Arsiv kurumlarinin asli gorevi, gasp, tehdit veya ihmal nedeniyle
kaybolup yok olmak tehlikesi tasiyan tarihsel materyali
korumaya almak, tasnif edip, ayirim gozetmeksizin butun arastirmacilara acmaktir.

Arsivciler ya da arsivcilikle istigal edenler gorevini yerine
getirirken arsivciligin bilinen kurallarina riayet etmekle
yukumludurler.

Keyfi, sahsa mahsus, cikar guducu, bilimsel
calismalari engelleyici, acik ve seffaf olmayan uygulamalardan uzak
durmak esastir. Aksi takdirde arsiv kurumunun guvenirligi zedelenir.

Sahiplik (iyelik) duygusu arsivcilikte hic olmamasi gereken bir
seydir. Arsivleri saklayip, sonra kendi adina bastirmak ise cok ama cok ayip bir davranistir.

Belge yayinciliğinin belirli kurallari vardir ve bu kurallarin belgeleri kendi adina bastirmakla uzaktan yakindan bir iliskisi yoktur.

Arsiv kurumlari, kanunen kimi arsivlerin sahipleri olsalar
bile bu `sahiplik', sozkonusu materyali usulune uygun korumak ve
bilimsel calismalara sunmanin otesinde bir `sahiplik'den baska bir
sey degildir.

Arsiv materyali meta degildir, iyelik kavramiyla
kesinlikle bagdasmaz. Onlar insanoglunun hafizasinin birer
cuzi'dirler ve her bireyin insanligin bu ortak hazinesinden
yararlanmak konusunda ortak ve esit hakka sahip oldugu kabul edilir.

Arsivlerin korunma tarzi ve bilimsel calismalara acilmasindaki ozen
ve titizlik, soz konusu toplumun modern, cagdas ve demokratik duzeyini
belirler. Arsivlerine hoyrat davranan, onemini kavrayamayan
toplumlarin veya gruplarin ozgur, demokratik ve cagdas oldugu
soylenebilir mi?

Toplumlarin, topluluklarin ve kisilerin arsivcilikte ulastiklari
duzey, ayni zamanda onlarin modern dunyadaki yerlerini belirler.

Arsivler ve onlarin korunma bicimleri kisilerin, gruplarin ve
topluluklarin bir nevi aynasidir.


Zülfikar Özdoğan


Not: 2007 yılında Tüstav tarih grubuna yazılan bir yazı. Kendimce bir şeyler anlatmaya çalışmıştim ama şimdi geriye dönüp bakınca sanki bu yazı hiç bir işe yaramamış izlenimine kapıldım. Çünkü arşivlere yönelik aynı bilgiç tavır, aynı ‘uyanıklık', aynı kural tanımamazlık, aynı hoyratlık süregidiyor. Demek ki bu yazının hiç bir kıymet-i harbiyesi olmamış!..

zaterdag 25 februari 2012

Tarih Tarih Olali...





'Politika sogudugu zaman tarih olur' diyenler var. Izin verirseniz
bir adim daha ileri gidelim. Politika, sogumaya basladigi zaman tarih
olmaya baslar. Hatta, gunumuzde politika, sogumaya baslamadan yasanan
tarihin bir parcasidir dersek pek yanlis bir sey soylememis oluruz.
Tarih ile politik olaylar gecmiste oldugu gibi artik birbirinin
onculu veya ardili degildirler, icicedirler. Gunumuzde politika icra
ederken tarihle mesguluz, tarihle mesgul iken politika icra ederiz.
Isin ilginc yani, bunu yaparken olayin pek bilincinde ol(a)mayiz.

Zaten olmamiz da pek gerekmiyor. Tarihle guncellik son zamanlarda o
denli birbirine karisti ki isin icinden cikana askolsun. Tarihcilerin
siradan gazeteciler gibi her gun demec verdigine tanik oluyoruz,
arastirmaci gazeteciler ise 'damardan tarihci'lerin gorevlerini
devralmaya basladilar.

Peki, kotu mu oldu?

Olay, iyilik veya kotuluk meselesi degildir. Zamanla ve zeminle
ilgili bir meseledir. Zamanla zemin, zeminle zaman hercumerc oldu,
icice gecti. Bildigimiz kavramlar kabuk degistirip bambaska
mahiyetler kazanmaya basladilar. Olaylar oylesine hizla degisiyor ve
kavramlar oylesine farklilasiyor ki anlamakta gucluk cekiyoruz.
Degisimlerin hizina yetisemiyoruz, algilamakta gucluk cekiyoruz,
saskinliga ugruyoruz ve caresiz bir bicimde eski kavramlara tekrar
sariliyoruz, sanki onlar bizi kurtaracaklarmis gibi!

Bu da `yeni tur muhafazakar'ligin bir baska bicimi olsa gerek! Yeni
yetme komunistler neden eskileri taklit ediyorlar? Caresizlikten,
saskinliktan.. Hele milliyetciler, liberaller, dinciler.. Hepsinin
adeta gozleri arkalarina oyulmus. Ileriye bakan yok. Herkes tarihten
medet umuyor. Tarih tarih olali bu kadar makbul olmamisti.

Eski zamanlarda toplumsal olaylarin tarih olarak nitelenmesi icin
aradan birkac yuzyil, en az birkac onyil gecmesi gerekiyordu. Kisiler
kendilerinin, babalarinin, dedelerinin yasadiklarini dunun olaylari
gibi anlatiyorlardi. Tarihsel olaylar ise adeta bir masal gibi
zamanin derinliklerinden suzulup gelen olaylar gibi naklediliyordu.
Cok eski zamanlarda ve uzaklarda, yerkurenin ma'badinda cereyan eden,
simgeleri ve kahramanlari adeta gizemli, kanli, korkunc ve sihirli
olaylar dizisi! Olaylar oylesine korkunc, kisiler oylesine gizemliydi
ki masal, efsane ve tarihsel olaylar arasindaki sinir ipinceydi.

Unutmamak gerekir ki insanoglunun yaziyi bulup yasanan tarihsel
olaylari once tabletlere, daha sonra kagida ve kaleme dokmesinin
uzerinden sadece birkac bin yil gecti. Buna karsin insanoglunun
varolusu milyonlarca yil ile olculuyor. Son zamanlardaki gelismenin
hizi akillara durgunluk verecek olcudedir. Sadece toplumsal yasamin
diger alanlarinda degil, tarih biliminde de bu boyledir.

Modern zamanlara geldikce tarihselligin kriteri daralmaya, zaman
araligi kuculmeye basladi. Teknolojinin gelismesi ve iletisimin
cesitlenmesi ve yogunlasmasi tarih bilincinde farklilasma yaratti,
Olaylar o denli hizli gelismeye basladi ki, bugun artik tarih
yillarla, aylarla, haftalarla, olculuyor. Yillari, aylari, haftalari
bir yana birakalim, tarih gunlerle olculuyor. Hatta saatlerden
sozedersek pek abartma yapmamis oluruz. Bugun internette bir saatlik
haber oldukca bayat bir haberdir. Yani bir saatlik haber coktan
tarihe karismistir bile!..

Sadece uzerinden gecen zaman bir olayi tarihsel kilmaz. Bazi olaylar
onemi itibariyle hemen tarihi olaylar kategorisine girerler. Hrant
Dink'oldurulmesinin uzerinden kac ay veya kac gun gecti? Ama uzerinde
konustugumuz zaman sanki cok uzun bir zaman parcasindan sozediyoruz
adeta. Olay daha sicakken 'Hrant'tan once, Hrant'tan sonra'
diyenlerimiz oldu. 'Bu bir donum noktasidir', dendi.

Diyenler cok da haksiz degillerdi. Olayin kendisi tarih ve toplumsal
ilerleme acisindan buyuk onem tasiyordu. Dolayisiyla o olaya
katilanlar coktan tarihsel kisilik kazandilar. Hepimiz son derece
onemli tarihsel bir olayi birlikte yasadik. Bu yonuyle biz de tarihe
karisip, tarihsel bir kisilik olduk. Halbuki yasanan olayin uzerinden
cok fazla zaman gecmedi. Topu topu altmis kusur gun. Altmis kusur gun
nedir ki!..Eskiden altmis gunde ancak bir yerden baska bir yere
gidiliyordu. At, esek sirtinda, git babam git!.. Yuru babam yuru!..
Gunlerce, haftalarca, aylarca yuru!..

Nereden nereye geldik!.. Birkac bin yilda insanoglunun katettigi
mesafe akillara durgunluk veriyor. Hele son birkac on yilda olan
bitenleri akil havsala almiyor. Ustelik butun bunlari bizim kusak
tekmili birden yasadi. Tarihin baska hic bir donemecinde bu kusagin
ulastigi yasam, deneyim ve bilgi birikimine sahip bir baska kusak
yoktur. Ovunsek mi, dovunsek mi, bilemiyoruz. Galiba buna karar
verecek olan bizden sonraki kusaklar olacak.

Heyyy bizden sonraki kusaklar duyuyor musunuz bizi?...

Zulfikar Ozdogan


Not: 2007 yilinda Tustav tarih grubuna yazdigim bir yazi…

zaterdag 27 november 2010

Eski Tüfek'lerin sonbaharı...



Protest kaart aan Özal, tegen arrestatie en marteling Kutlu en Sargin.
1988. Nederland. IISG Collectie.


Bir Eski Tüfek daha toprağa düştü. Dr. Nihat Sargın (1927 – 2010) yaşamını yitirdi. Sargın, kuruluşundan buyana illegal çalışmak zorunda bırakılan Türkiye Komünist Partisi – TKP`ne 1948 yılında üye olarak örgütlü sosyalist mücadeleye atıldı. Daha sonra, 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi – TİP`de mücadelesine devam etti, bu partide çeşitli kademelerde yöneticilik yaptı, defa`ten tutuklandı, işkence gördü, sürgüne gitti, yıllarca yurt dışında yaşamak zorunda kaldı, tekrar döndü, tekrar tutuklandı ve bu böyle biteviye sürdü gitti. Kısacası Türkiyeli bir sosyalistin başına gelebilecek her şey Nihat Sargın`ın başına geldi. Hem de en katmerli biçimlerde. Ama bir an geldi, daha iyi ve daha adil bir dünya için çarpan yüreği çarpmaz oldu ve her fani gibi toprağa düştü. Bütün sosyalistlerin başı sağ olsun. Güle güle Nihat Sargın. Toprağın bol, mücadelen unutulmaz ve adın daim olsun.

Nihat Sargın`ın ölümüyle nesli artık tükenmekte olan Eski Tüfekler`den bir nefer daha azaldı. Eski Tüfek deyip geçmeyin, sayıları azdı ama çok mücadeleci insanlardı. Bütün yaşamlarını sosyalizm mücadelesine vermişlerdi ve ömürleri siyasi polisin işkence tezgahlarında, hapishanelerde geçti. Nazım Hikmet ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı en çok ceza alanlardandı, genç yaşlarında ömürlerini hapishanelerde çürüttüler.

En az yatanın birkaç yılı hapishanede geçmiştir. Hapisten çıktıktan sonra da yıllarca zorunlu ikamete tabi tutulurlardı. Bilmedikleri şehirlerde, kolluk kuvvetlerine sabah akşam imza vererek yaşam savaşı verirlerdi. Serbest kalsalar da siyasi polis peşlerini bırakmazdı, sürekli takibata tâbi tutarlardı, olur olmaz evleri basılırdı, her şeylerine el koyarlardı ve üstelik geri vermezlerdi. İş bulamazlardı, kazara bulsalar da bir süre sonra `iyi saatte olsunlar`ın gayretiyle işlerinden olurlardı. Her 1 Mayıs yaklaştığında bilinen bütün sosyalistler herhangi bir şey yapmamış olsalar bile evlerinden alınır Sansaryan Han`a atılırdı. Sansaryan Han, siyasi polisin Sirkeci`deki sorgu ve işkence merkeziydi. Bu uygulama öylesine rutine binmişti ki her 1 Mayıs yaklaştığında `tescilli` komünistler çantasını hazırlar polisin gelmesini sessizce beklerlerdi. Kaçmanın, direnmenin bir anlamı yoktu. Sonu da yoktu. Çünkü zorbalık her yanı sarmış, kol geziyordu.

Ayrıca memlekette herhangi bir siyasi karışıklık söz konusu olduğunda veya gündem saptırmak için iktidar tarafından bilinçli olarak karışıklık çıkarıldığında, örneğin 6-7 Eylül olayları vb. hiç ilgileri olmamasına rağmen, siyasi polis tarafından `komünistler yaptı` diye bir şayia (düzmece haber) çıkarılır ve hepsi içeri alınırdı. Siyasi iktidar Amerika`ya ve NATO`ya yaranıp bir şeyler mi koparmak istiyor, haydi bütün komünistler kodese… Herhangi bir yerde bir olay mı çıktı, siyasi iktidar bunu saptırmak mı istiyor, haydi komünistler hapishane nöbetine… Bir avuç komünist, iktidarın şamar oğlanına dönmüştü. Her fırsatta komünistlere darbe vurmak bir rutin haline gelmişti. Sosyalistlere, komünistlere yapılanlar tam anlamıyla bir barbarlıktı, insanlık dışıydı.

Türkiye`deki demokrasi mücadelesinde sosyalistler, komünistler kadar eza ve cefa çekeni yoktur. Ve bu topraklar öylesine vefasızdır ki, bir gün bile birileri çıkıp, yıllarca zulmettikleri bu insanlardan özür dilemeyi akıllarına getirmez. Özürü bir yana bırakın, adlarını bile anımsamak istemezler. Hiç kimsenin aklına Mustafa Suphi`nin, Ethem Nejat`ın, Nazım Hikmet`in, Sabiha Sertel`in, Dr, Hikmet Kıvılcımlı`nın, Reşat Fuat Baraner`in, Şefik Hüsnü`nün, Esat Adil`in, Abidin Dino`nun Mihri Belli`nin, Orhan Kemal`in, Ruhi Su`nun, Mehmet Ali Aybar`ın, Behice Boran`ın, Sadun Aren`in, Nihat Sargın`ın ve daha birçoğunun adını ve mücadelesini anımsatacak, kalıcılaştıracak bir şeyler yapmak gelmez. Nazım Hikmet için yapılanlar ise giderek siyasi bir şova, suiistimale dönüştü. Gerçek anlamından saptırılmaya başlandı.

Öylesine bir hava estiriliyor ki, sanki bu ülkeye demokrasi ve özgürlükler kendiliğinden geldi, ya da uzaylılar getirdi. Her ülkede olduğu gibi bugün var olan özgürlükler için ağır bir bedel ödendi, binlerce insan öldü, işkenceden geçti, hapislerde çürüdü ve bu bedelin en büyük ceremesini de sosyalistler, komünistler çekti. Eğer bugün geçmişe göre biraz daha fazla özgürsek, kör topal bir demokrasimiz varsa, bunda sosyalistlerin, komünistlerin direngen mücadelesinin büyük payı vardır. Bu kesinlikle unutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki bugünkü özgürlüklerin değerini bilelim ve onları daha da geliştirelim.

Neden `Eski Tüfek?
Bunu anlamak için en başta şunu belirtmemiz gerekir. Genel olarak bakılırsa Türkiye`deki sosyalist hareket iki döneme ayrılır:1961 öncesi ve sonrası. 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi`nin kurulmasıyla Türkiye sosyalist hareketinde yeni bir dönem başladı. Sosyalist hareket uzun yıllar gizlilikten sonra legalize oldu, yasal çalışma olanağını elde etti ve kitlesel bir karakter kazandı. 1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekilliği kazanarak parlamentoda grup kurdu ve Türkiye`nin siyasi, sosyal bütün gündemini altüst etti. Adalet Partisi (AP) iktidarının tozunu dumanını attırmaya başladı. Ayrıca, TİP`in kurulmasıyla TKP`nin bu alanda tek parti olmak özelliği ortadan kalktı.

Dönüm noktası oluşturması nedeniyle 61 öncesindeki kadrolara `Eski Tüfek` denildi. Anlamı, sosyalist hareketin kadim dönemine katılmış, tanıklık etmiş olmalarından ileri gelir. Bu benzetmeyle, eski olmakla birlikte hâlâ ateş etme gücüne sahip silah anlamında, yaşlı, ama henüz barutu tükenmemiş, mücadeleci, savaşkan sosyalist militan tarif edilir. Bu tanımlamanın yaygınlaşmasının bir nedeni de Mihri Belli`nin 60`lı yıllarda Doğan Avcıoğlu`nun çıkardığı `Yön` dergisine yazı yazarken `Eski Tüfek` mahlasını kullanmasıdır. Mihri Belli, o günkü koşullarda gerçek kimliğiyle yazmayı mahsurlu bulduğu için bu müstear ismi kullanmayı tercih etmişti. Bilenler için doğrudan anlamı şuydu: eski komünist. Yani komünist hareketin ilk dönemine tanıklık etmiş, örgütlü mücadeleye katılmış kişi.

61 sonrası sosyalistlerin bu anlamda bilinen yaygın, herkesi kapsayan genel bir tanımlaması yoktur. Ayrıca 60 sonrası sosyalistler daha öncekiler gibi sadece komünistlerden oluşmuyordu, anarşistler hariç enva-i çeşidi vardı. Kimisi kendisini devrimci`, kimisi `sosyalist`, kimisi `komünist`, kimisi marksist-leninist, kimisi maocu, kimisi de troçkist olarak nitelendiriyordu.

Bu farklılıklar nereden gelirdi?
`Sosyalist` sözcüğü genel bir tanımlamadır, sosyal demokrasiden leninizme, marksizmden anarşizme kadar bütün sosyalist akımları kapsar. `Komünist` sözcüğü daha çok Komintern geleneğinden gelen partilere üye olanlar için kullanılır. Komintern geleneğiyle örgütlü bir bağı olmayanlara komünist denmez. Türkiye`de bu anlamdaki tek parti tarihsel TKP`dir (Türkiye Komünist Partisi), Mustafa Suphi`lerin, Nazım Hikmet`lerin partisi. Bu partinin dışındakiler kendilerini pek komünist olarak lanse etmezlerdi. Etseler de pek ciddiye alınmazlardı, çünkü sosyalist gelenekte bunun karşılığı yoktu.

`Devrimci` sözcüğünü daha çok THKP/C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/ Cephe - Mahir Çayan’ların kurduğu örgüt) ve THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu – Deniz Gezmiş`lerin kurduğu örgüt )taraftarları kullanırdı. Bunlar `devrimci` sözcüğünü kendilerini Sovyet ve Çin taraftarlığından ayırmak amacıyla tercih ederlerdi. Marksizm-leninizm genel bir tanımlamaydı, sosyal demokratlarla anarşistler dışında herkes sahiplenirdi. Kimileri bunu da yeterli görmez mabadına maoizm, enver hocacılık ve benzeri takılar da ekleyip farklılıklarını belli etmeye çalışırlardı. Son zamanlarda sosyalist hareketin içi arı kovanı gibiydi. Kimin eli kimin cebinde belli değildi.

Bunları belirtmemizin nedeni yeni neslin bunları fazla bilmemesidir. Öyle örneklerle karşılaşıyorum ki hayretler içerisinde kalıyorum. İsmi gerekmez, sol bir örgütün en tepesinde yer alan birisiyle yaptığım görüşmede 60`lı yıllardaki Milli Demokratik Devrim – Sosyalist Devrim ayrışmasını bilmediğini fark ettim. `Ama` dedim, `örgütünüzün geçmişi o ayırıma dayanıyor, bunu bilmeniz gerekir!` Gözlerini fal taşı gibi açmış çaresiz bir biçimde bana bakıyordu. Birçok genç sosyalistin 60`lı yıllarda çıkan `Ant, , `Yön , `Türk Solu, `Sosyalist`, `Emek`, `(Al)Aydınlık`,`(Ak)Aydınlık` dergilerini bilmemesi tuhafıma gidiyor. Geçmişlerini bilmiyorlar. Sanıyorlar ki sosyalizm onlarla başladı. Halbuki bu yayınlar çok değil, 40-50 yıl önce yayınlandı. Bunlar sosyalist hareketin ilk legal, kitlesel ve etkili yayın organlarıdır. Bugün nedenini çıkaramadığımız birçok şeyi o dergilerden öğrenebiliriz.

Ayrıca sadece yeni nesil değil, eski neslin bir kısmı da bunları tam olarak bilmiyor ve kimi zaman garip bir biçimde birbirine karıştırıyorlar, ilgisiz şeyler söylüyorlar. Sosyalist harekette her sözcüğün özel bir anlamı vardır, her sözcüğün arkasında bir tarih yatar. Her sözcük yerli yerinde kullanılmalıdır, rastgele kullanırsanız gülünç duruma düşersiniz.

Örneğin, 61 sonrası sosyalist harekete katılmış birisine `eski tüfek` derseniz alaya alınırsınız. Batı`daki sosyal demokratlar aynı zamanda kendilerini sosyalist olarak adlandırırlar, toplantılarında `yoldaş` kelimesini kullanırlar. Bu Türkiye`deki sosyal demokratlar için geçerli değildir, bunlara `yoldaş` diye hitap edemezsiniz, çünkü Türkiye`deki sosyal demokrasi marksizmden kaynaklanmaz, sosyal demokratlıkları bize özgüdür, yani Birinci ve İkinci Enternasyonal geleneği Türkiye`de yoktur.

Sosyalistler, komünistler arasında `bacı`, `kardaş`, `abi`, `abla`, `birader`, `bey`, `ağa` lafları kullanılmaz. Yaşlı olsun, genç olsun herkes birbirini `yoldaş` diye çağırır, çünkü hiç kimsenin özel bir sosyal konumu, ayrıcalığı yoktur, herkes eşittir. Ne yazık ki bu tür sözcükler sosyalistler arasında bile hâlâ yaygın olarak kullanılıyor!

`Komünist` ve `anarşist` sözcüklerini yan yana kullanamazsınız, bunlar farklı olmanın da ötesinde birbirine zıttır. Komünist hareketi ve onun ideolojisi marksizm –leninizmi en çok eleştiren düşünce akımı anarşizmdir. Anarşistler özellikle leninistlerin devlet teorisini topa tutarlar, otoriter eğilimlerini eleştirirler. Troçkizm ve stalinizm, her ikisi de marksizmden kaynaklanmasına karşın birbirinden tamamıyla farklı şeyleri savunurlar, yan yana gelmezler.

Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuç olarak: Sosyalizm sadece bir fikirler manzumesi, sadece milyonları peşinden sürükleyen siyasi bir hareket değil, aynı zamanda kurumlarıyla, kurallarıyla, literatürüyle, geleneğiyle, raconuyla bir yaşam tarzıdır, bir kültürdür. Türkiye`de tam olarak bilinmemiş veya uygulanmamış olması sonucu değiştirmez.

Kendine özgü özellikleriyle `Eski Tüfekler`in bu kültür içerisinde özel bir yeri vardır. Bu kültürün kaybolmasına izin verilmemelidir, gün ışığına çıkarılıp yaşatılmalıdır. Batı`da bu tür kültürel birikimleri koruyan, işleyen birçok kuruluş var. Neden Türkiye`de de olmasın?..

Eski Tüfek`lerin Sovyet hayranlığı
Kimileri Eski Tüfekleri, nesli tükendiği için `badem gözlü` yapıp göklere çıkardığım düşüncesine kapılabilir. Bu kesinlikle doğru değildir. Onlar bulundukları dönemin sosyalistleriydiler. O dönemde gözü kapalı Sovyet hayranlığı geçerliydi. 60`lı yıllara dek Türkiye`de sosyalizm tek renkliydi ve sosyalizmin ilk ülkesi Sovyetleri eleştirmek bir tabuydu. Bu bağlamda demokrasi düşünceleri sosyalizme endeksliydi. Burjuva dedikleri günümüzdeki demokrasiyi bir `zorunlu ara aşama` olarak görür, asıl amaçlarının herkesin eşit haklara sahip olduğu sosyalist bir demokrasi olduğunu gizlemezlerdi. Bugün baktığımızda bunun gerçekçi bir tespit olmadığını görüyoruz. Deneyimler gösteriyor ki bir tane demokrasi vardır, o da bugün var olan ve giderek gelişen demokrasidir. İyi ama, bugünkü nesil 40-50 yıl sonrasını görebiliyor mu ki onlardan bu bekleniyor. Her dönemi, içinde bulunduğu koşullar içerisinde değerlendirmek gerekir. Üstelik `geçici` veya `ara aşama` olsun, bu insanlar demokrasinin geliştirilmesi için ağır bir bedel ödemediler mi? Bunu takdir etmek gerekmez mi?

Eski Tüfekler nesli, sadece Türkiye sosyalist hareketinin ilk kuruluş dönemine değil, aynı zamanda cumhuriyetin başlangıç yıllarına da denk düşer. Bu dönemin düşüncelerini, deneyimlerini, kültürünü, katılımcılarını, kazanımlarını, derslerini ayırım gözetmeksizin, objektif bir biçimde gün ışığına çıkarıp, bilimsel çalışmalara kazandırmak en başta sosyalistler olmak üzere hepimizin görevidir. Geçmişini bilmeyenin, ona sahip çıkmayanın geleceği de olamaz.

`Farklılıklar zenginliğimizdir` lakırdısı cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşa kadar herkesin ağzına sakız oldu. İyi işte, hayata geçirsenize! Ne duruyorsunuz?

Zülfikar Özdoğan


Bu yazı Küyerel'den alındı.