vrijdag 18 juni 2010

İSTANBUL’DAN TROÇKİ GEÇTİ...

Trocki, Buyukada'da odasinda calisirken. USTE Arsivi.


Bizim kuşak Troçki’yi (1) sadece resmi Sovyet kaynaklarından bilir. Troçki’nin eserlerini bizzat ve sistematik bir biçimde okuyup, objektif olarak irdeleyen ve sonuçlar çıkaran sosyalistlerin sayısı iki elin on parmağını pek geçmez. Herhalde Türkiye, troçkizmin zemin kazanamadığı dünyadaki sayılı kapitalist ülkelerden birisidir. Troçkizmin yanında anarşizmin ve hatta sosyal demokrasinin de uzun yıllar esamesinin okunmaması Türkiye’nin sol tarihinin çok karekteristik bir özelliğidir. Leninci marksizmin hegemonyasını kurup tüm sol’u tek renge boyaması sosyalist ülkeler dışında sadece Türkiye’de gerçekleşebildi. Bu nedenle Türkiye’nin sosyal tarihi nev-i şahsına münhasır bir özellik taşımaktadır denilebilir.

Troçki’nin katili ‘Sovyetler Birliği kahramanı’!...

Troçki’nin ölüm yıldönümü nedeniyle Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (USTE) de birkaç yazı okuduktan sonra ‘neden bizde troçkizm uzun süre yeşermedi?’ sorusu kafamı kurcalamaya başladı. Bu soru işaretleriyle eve gidip akşamleyin Belçika’nın televizyon kanalında Troçki’nin yaşamıyla ilgili bir dökümanter film ile karşılaşmak benim için hoş bir sürpriz oldu. Gerçi tamamen orijinal görüntülerden oluşan film bilgilerime yeni bir şey katmadı. Sadece Troçki’nin katili olan Ramon Mercader’in (2) cezaevinden çıktıktan sonra 1961 yılında Sovyetlere gidip en büyük nişanla ödüllendirilmesi bana çok ilginç geldi. Sovyetlerin bu kanlı cinayete resmen sahip çıkması anlamına gelen bu olayı oldukça ‘mide bulandırıcı’ ve düşündürücü buldum.

‘Mide bulandırıcı’ydı, çünkü sosyalist bir devletin ideolojik bir ayrılık nedeniyle elini kana bulaması ve üstelik bunu ‘kendi cenahı’nda işlemesi kabul edilir bir şey değildi. Gerçi ‘her devrim önce kendi çocuklarını yer’ özdeyişi boşuna söylenmiş bir söz değildir. Fransız devriminden bu yana bunun çok sayıda örneği yaşandı. Ancak bu olay ‘kendi çocuğunu yemenin’ ötesinde yıllarca iz sürerek işlenen planlı bir cinayetti ve sosyalist bir devletin bu denli ‘intikamcı’ davranmasını anlamak zordu. Çünkü Troçki, aradan geçen yıllar sonra Sovyet sistemi için ‘yakın bir tehlike’ olmaktan çıkmıştı. Lenin’in ölümünden sonra ilk başlarda böylesine bir olay yaşansaydı –ki aslında onu da kabul etmek mümkün değildir- ‘yakın tehlike’ argümanı bir ölçüde sözkonusu olabilirdi. Ancak yıllar sonra ve ‘yakın tehlike’ unsuru ortadan kalktıktan sonra böyle bir cinayetin işlenmiş olması bütün moral ölçülerin ötesindedir.

Düşündürücüydü, çünkü Stalin’in uygulamalarının Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin 20. Kongresi’nde (1956) en ağır sözlerle mahkum edilmesinden sonra böylesine bir cinayete resmen sahip çıkılmasını anlamak zordu. Elbette o günkü koşullarda yıllardır uygulanan ‘otoriter sosyalizm’ anlayışından Sovyetlerin ayrılmasını beklemek pek gerçekçi değildi. Ancak bu Stalin döneminde işlenen böylesi kanlı cinayetlere alenen sahip çıkılmasını da gerektirmiyordu.

Troçki İstanbul’da...

Belgeselde dikkatimi çeken nokta Troçki’nin Türkiye’deki sürgün yaşamına (1929-1933) çok az değinilmesiydi. Sadece bu belgeselde değil Troçki ile ilgili tüm kaynaklarda Türkiye’deki yaşamının şöyle bir değinilip atlanıldığını görmek tuhafıma gidiyordu. Yıllar once bu konuda küçük bir araştırma yapınca bunun en önemli nedeninin bu dönemle ilgili bilgilerin yok denecek kadar az olmasından kaynaklandığını görmüştüm. Yaptığım kaynak taraması sonucu bula bula gazeteci Ömer Sami Coşar’ın yazdığı bir kitap (3) dışında dişe dokunur bir yayın bulamamak bende ufak bir hayal kırıklığı yaratmıştı.

Ömer Sami Coşar’ın kitabı için bu denli ayrıntılı kaynağa nasıl ulaştığı ise benim için hâlâ meçhuldur. Kitabında bu konuda hiç söz etmemesi oldukça dikkati çekicidir. Birkaç sene once bir tanıdık, ‘gel sana Ömer Sami’nin arşivini göstereyim’ deyince bayağı heyecanlanmıştım. İki saat sonra Ömer Sami Coşar’ın ‘arşivi’ karşımdaydı, ancak ‘arşiv’ diye gösterilen materyal gazete küpürlerinden oluşan bir dökümantasyon yığınınından başka bir şey değildi. Gazete küpürlerinin ‘arşiv’sanılması Türkiye’de en sık rastladığım yanılgıydı ve bu bir kez daha tekrarlanıyordu. Buna rağmen Troçki ile ilgili bir şeyler bulabilirim umuduyla küpürleri karıştırmaya başladım ama nafile!.. Doğru dürüst hiç bir şey bulamadım. Bu deney ben de Ömer Sami ile ilgili daha önce duyduğum bir takım söylentileri güçlendirmedi desem yalan olur. Ama öyle ya da böyle, ortada bir eser vardı ve Troçki’nin Türkiye’deki dört yıllik sürgün yaşamına tanıklık ediyordu. Kaynağının şu veya bu olmasından çok doğruluğu beni ilgilendiriyordu. Önemli olan şey bu bilgilerin nerede ve nasıl derlendiğiydi ve doğruluk derecesiydi. Ne yazık ki bu konu hala açıklığa kavuşamadı.

Ömer Sami Coşar’ın kitabı Troçki’nin İstanbul’daki zoraki yaşamıyla ilgili ayrıntılı bilgileri içeriyor. Örneğin Troçki’nin balık tutkusu bir hayli detaylı bir biçimde hikaye edilmiş. Büyükada’da Haralambolos adlı rum balıkçıyla (askere gitmesi nedeniyle Haralambos’un yerini daha sonra yine bir rum balıkçı olan Yani alır) sıksık balığa çıkan Troçki bir gün aniden çıkan bir fırtına nedeniyle akıntıya kapılıp sürüklenmeye başlar ve karaya çıkıp, tekrar eve vasıl olması bir hayli zaman alır. Ancak bu aniden yokoluş üzerine İstanbul polis şefi binbaşı Şerif bey derhal bütün güvenlik birimlerini alarma geçirir ve Ankara’da oldukça telaşlı anlar yaşanır,. Çünkü Troçki’nin İstanbul’daki zoraki yaşamının Sovyetlerle yürütülen nazik ilişkileri zora sokmasından ciddi ölçüde endişe edilir.

Bir de Troçki’ye atfen güzel bir fıkra var. Troçki’ye sormuşlar: ‘Lenin yaşasaydı bugün ne yapardı’. ‘Herhalde benim gibi İstanbul’da balık tutardı!, demiş. Ölüm döşeğinde Lenin’e yapılanlar gözönünde tutulursa hiç de anlamsız bir fıkra olduğu söylenemez!.. Doğrusunu söylemek gerekirse, Lenin ile Troçki’nin İstanbul’da birlikte balık tutmalarıysa ilginç bir görüntü oluştururdu. Bunun dünya sosyalist hareketine ve Türkiye’ye yansımaları neler olurdu konusuysa daha çok ‘fantazi tarihçiliği’ni ilgilendiren bir konudur!..


Türkiye’nin koşulları

Troçki’nin İstanbul’a sürgün edilmesiyle ilgili olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat davet ettiği söylentisi Ömer Sami Coşar’ın kitabında doğrulanmıyor. Aksine, Stalin’in başka seçeneklerin yanısıra onu Türkiye’ye sürmek düşüncesini bildirmesi üzerine Türkiye’nin Sovyetlerle pazarlık masasına oturduğu belirtiliyor. Mustafa Kemal, Sovyetlerle yürüttüğü dostluk politikası gereği ve başka nedenlerle Stalin’in bu önerisini red etmenın doğru olmayacağına karar veriyor, ancak –kendi deneyimlerinden hareket ederek- olası gelişmelerin neler olabilecegini dikkate alarak belirli koşullar ileri sürüyor.


Türkiye’nin ileri sürdüğü koşullar konusunda eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras şunları naklediyor:

“1- Troçki, Türkiye sınırları içerisinde tam bir siyasi mülteci muamelesi görecektir. Bunun dışında Sovyet hükümetinin her hangi bir özel muamele isteği mevzubahis olamaz.

2-Troçki, Türkiye’de bulunduğu sure içinde, başka bir memleketten vize temin ettiği takdirde, derhal o memlekete gitmekte serbest olacaktır.

3-Troçki, Türkiye sınırları içinde faaliyet gösteremiyecek, neşriyat yapamıyacaktır. Fakat Türkiye’de istediğini yazabilir, bu yazılarını Türkiye dışına yollayabilir ve oralarda, isterse bunları bastırabilir. Onun bu hürriyetini Türkiye Cumhuriyeti katiyen engellemez.

4-Troçki’yi Türkiye’de öldürmek için Sovyet idarecileri tarafından her hangi bir teşebbüs yapılmayacağına dair kati teminat verilecektir. Ayrıca Türkiye zabıtasının da gerekli emniyet tedbirlerini alacağı ve toprakları üzerinde yaşayan bir siyasi mülteciye böyle bir müdahaleyi şiddetle boğacağı da peşinen bilinmelidir. (Tevfik Rüştü Aras’ın Ömer Sami Coşar’a bizzat naklettiği hatıralarından)”. age. Sf. 18.

Stalin’in Türkiye’nin ileri sürdüğü şartlardan pek hoşlanmadığı anlaşılıyor. Çünkü, daha sonraki gelişmeler de dikkate alınırsa Stalin, Troçki’nin herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde ama özellikle Almanya’da ‘daha gevşek’ koşullarda bulunmasından yana görünüyor. Ancak başka ülkelerin Troçki’ye vize vermemesi nedeniyle Türkiye seçeneğine son anda razı olduğu ortaya çıkıyor. Mustafa Kemal’ in Stalin’ in niyetlerinden kuşkulanarak kendi şartlarını ileri sürmesi ve bunları kabul ettirmesi ise onun bu konudaki uzak görüşlülüğünün ve tecrübe sahibi oluşunun bir kanıtı olarak değerlendirilmelidir.

1500 Dolar cep harçlığı!..

Sonunda Troçki İstanbul’a gönderilmek üzere 22 Ocak 1929 tarihinde Alma Atı’dan yola çıkarılır. Bundan sonraki yaşamını sürdürmesi için cebine konan ‘harçlık’ise topu topu 1500 Dolar’dır. Bu miktarın kendisini, eşini, oğlunu ve üç yardımcısını ne ölçüde geçindirebileceği tahmin edilebilir bir şeydir. Ancak Troçki bunu dert edinmez, çünkü Avrupa’daki dostlarına güvenmektedir. Ayrıca yazılarının telif hakkı karşılığı geçimini belirli ölçüde sürdürebileceğini hesaplar. Bunda pek yanıldığı da söylenemez, çünkü İstanbul’daki ikametgahı boyunca Avrupa’daki dostları kendisini yalnız bırakmazlar. Telif haklarından da o döneme göre oldukça yüklü paralar alır.

Troçki, İstanbul’a gönderileceğini öğrenir öğrenmez bu kararı protesto eder, ancak bu girişiminden herhangi bir sonuç alamaz. Türkçe bilmemesi, Avrupa’daki devrim hareketlerinden uzak kalacağını düşünmesi ve o dönemde İstanbul’da bulunan 3-5 bin civarındaki Belo-Rus’un intikam alabileceği endişesi Troçki’yi rahatsız eder. Türkiye ile Sovyetler arasındaki pazarlığı ve Türkiye’ nin Sovyetlerden aldığı güvenceleri tam olarak bilmemesi ve Stalin’e en küçük bir güveninin olmaması de endişelerinin temelini oluşturmaktadır. Zaten bu nedenlerle, uzun bir vapur yolculuğundan sonra 12 Şubat tarihinde İstanbul’a vasıl olduğunda hemen iki telgraf çeker. SBKP Merkez Komitesi’ne çektiği ilk telgrafda Stalin ile Mustafa Kemal polisinin anlaşmış olabileceklerini ve kendisini temizleyebileceklerini ileri sürer ve bu konudaki mesuliyeti peşinen MK’na yükler.

İkinci telgrafını Mustafa Kemal’e çeker ve kısaca şunları söyler:

‘Beyefendi, İstanbul kapılarından size şunları bildirmekle şeref duyarım. Kendi arzumla Türk sınırına gelmiş değilim ve bu sınırı, zor kullanıldığından ötürü aşmaktayım.. Cumhurbaşkanı beyefendi, hürmetlerimin kabülünü rica ederim.”

İstanbul kazan, Troçki kepçe…

Troçki’de öldürülmek endişesi o denli güçlüdür ki bu nedenle bir süre Sovyet konsolosluğunda ikamet etmeyi tercih eder. Nasıl olsa konsolosluk gibi resmi bir mekânda kötü niyetli bir eyleme cüret edemiyeceklerini düşünür. Almanya’dan vize almak umudunu koruması da bunda etkili olur. Ancak Almanya’nın vize vermeyeceğinin ve Türkiye’de daha uzun süre kalacağının anlaşılması, ayrıca konsolosluk görevlilerinin tahammül edilemez baskıları üzerine 8 Mart günü geceyarısı konsolosluktan ayrılır ve İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Oteli’ne yerleşir. Otelin 67, 68 ve 70 numaralı odalarını işgal eden Troçki ailesi burada da uzun süre kalamayacaklarını bilmektedirler. Bu nedenle bir eve yerleşmek için girişimler başlatılır. Emniyet Müdürü Şerif bey de Tokatlayan Oteli’ nin güvenlik açısından yeterli olmadığını ve bir köşke çıkılmasını tavsiye edip durmaktadır.

Nihayet aramalar sonuç verir ve Troçki ailesi 31 Mart günü Şişli Bomonti’ deki İzzet Paşa köşküne taşınırlar. (Bu evin daha sonra yıkıldığı ve yerine apartman dikildiği söyleniyor.) Ne var ki burada da sorunlar bitmez. Sokağın birdenbire polislerin ve gelenlerin gidenlerin uğrak yeri olması çevredeki sakinleri telaşlandırır ve bu nedenle şikayetler yağmaya başlar. Köşkün çevredeki evlere yakınlığı da Troçki’yi endişelendirmektedir. Durumu yakından izleyen İstanbu vali vekili Muhittin bey duruma elkoyar ve çevresi açık, korunması kolay bir köşk aranmaya başlanır. Yine İzzet Paşa’ ya ait olan uygun bir ev Büyükada’ da Nizam Caddesi’ nde bulunur. Böylelikle Troçki ailesinin azçok emniyetli bir yere yerleşmesi sağlanmış olur. Büyükada’ ya taşınma 29 Nisan’ tarihinde gerçekleşir.

Troçki ailesinin İzzet Paşa köşkündeki ikametgahi 1931 yılına dek sürer. Açık unutulan şofbenin neden olduğu yangın evi harabeye çevirir. Bir kundaklamadan şüphelenen Troçki bir kısım evrakının, devrim günlerine ait fotoğraflarının ve bir kısım nakit paranın yandığını belirtir. Büyükada kaymakamı ve İstanbul’un yeni emniyet müdürü Ali Rıza bey Troçki ailesini geçici olarak Savoy Oteli’ne yerleştirirler. Ancak Troçki bu yeni yerleşim yerinden pek memnun değildir, bahçe içinde bir köşkü tercih eder. Ancak böylesi bir evi bulmak hemen kolay değildir. Bu nedenle gazetelere ilan verilir. Nihayet bu özelliklere sahip bir ev bulunur. Ancak bulunan yer Büyükada’da değil Moda’dadır. Şifa sokağında Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev zorunlu olarak tutulur. Troçki, evin solunun hemen sokağa bakmasından işkillenir ve Büyükada’yı özlemeye başlar. Bir gece iki kişinin yandaki duvarı atlayarak bahçeye girmesi ve alarm zillerinin çalması üzerine Troçki kesin kararını verir, yıllığı 1500 Türk lirasi olan bu ev derhal terk edilecektir! İstanbul valiliğinin ve emniyetinin gayretli çalışmasıyla bu kez Büyükada’daki Yanaros köşkü kiralanır.

Troçki’nin İstanbul’daki günleri balıkçılıkla, avcılıkla, yazı yazmakla ve ziyaretine gelenleri kabul etmekle geçer. Ne var ki Troçki Türkiye’ deki ikametgahını her koşulda geçici olarak görmektedir ve vize alabilmek için Avrupa’ daki tanıdıklarıyla sürekli olarak yazışır. Oğlu Leo Sedov da bu amaçla zaman zaman Avrupa’ya seyahatlere çıkar ve bu konuda yoğun bir çaba harcar.


‘Leon Sedof efendi’ Avrupa yolunda…

Uzun uğraşlardan sonra Troçki 14 Kasım sabahı (1933) ‘Leon Sedof efendi’ adına düzenlenmiş ve siyasi mültecilere mahsus bir pasaportla Danimarka’ ya doğru yola çıkar. Yanında eşi Natalie ile yardımcılarından üç kişi ve ABD’li gazeteci Max Goldman vardır. ‘Troçki’ nin pasaportuna yalnız bir kayıt koymuşlardı. Türkiye Cumhuriyeti’ nin himayesini talep edemiyeceği tasrih ediliyordu. Türkiye sınırları dışında başına gelebilecek felaketlerden Türkiye sorumlu tutulamazdı’ (age. Sf 194). Böylelikle Troçki’ nin dört yıl süren Türkiye serüveni bitmiş oluyordu.

Ömer Sami Coşar’ın kitabından sonra Türkiye’de Troçki üzerine ciddi bir araştırma yapılmadı, en azından ben duymadım. Bu arada yakın zamanda Turan Yavuz’un yaptığı bir belgesel film çalışması (4) olduğunu öğrendim. Ancak ne yazık ki bu filmi henüz görebilmiş değilim. Ancak edindiğim bilgiye göre Turan Yavuz film için Mexico City’ de bulunan Trotski Müzesi’ nde ve Harward’da bulunan arşivinde araştırma yapmış, ancak her nedense Amsterdam’ da USTE’de bulunan arşivini (1917-1934) atlamış. Halbuki, Troçki’ nin İstanbul’ daki yaşamıyla ilgili fotoğraflardan bazıları USTE’de bulunuyordu. Bu görüntülere başka kanallardan ulaşıp ulaşılmadığını bilemiyorum. Ne var ki her şeye rağmen bu denli önemli bir kaynağın atlanmaması gerekirdi diye düşünüyorum. Çünkü kendi deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki bu tür dökümanter filmlerde en küçük bir ayrıntı bile önem arzeder. Bu nedenle bütün kaynakları yerinde görmekte sayısız yarar vardır

Söz USTE de bulunan arşivine gelmişken bu arşivin başına gelenlerin Troçki’ nin başına gelenlerle parelellik taşıdığını görmenin oldukça şaşırtıcı olduğunu belirtmeliyim. Arşivinin başına gelenler, Troçki’ nin Alma Atı’ da başlayıp Mexico City’ de biten sürgün yaşamının hangi güç koşullarda sürdürdüğü konusunda bize bir fikir verebiliyor. Bu nedenle, editörlüğünü bu satırların yazarının yaptığı USTE Türkiye Bölümü’ne ait ‘Sosyal Tarih’ başlıklı bültende konuyla ilgili yeralan kısa bir makaleyi aşağıya alıyorum.


“ Paris’te Stalin’in ayak izleri!..

Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (USTE) kuruluşundan hemen sonra uluslararası arşivlerin toplanmasına öncelik verdi. 1935 yılının Aralık ayında Leo Troçki’nin 800 belgeden oluşan arşivi bunlardan bir tanesiydi. Bu belgeler daha çok telgraf tarzında yazılmıştı ve 1917 - 1922 dönemini kapsıyordu. Rusya’daki iç savaşın tarihi açısından son derece önemli bilgileri içeriyordu. Troçki’nin kendisi bu belgeleri ‘Lenin - Troçki yazışmaları’olarak nitelendiriyordu.

1935 yılının Ağustos ayında Troçki’nin oğlu Leo Sedov USTE’nin Paris Bürosu sorumlusu Boris Nikolaevskij ile bağlantı kurup babasının arşivine ilgilerinin olup olmadığını sordu. Hemen USTE direktörü Prof. Posthumus’a iletilen sorunun yanıtı ‘evet’oldu ve arşiv 28 Ocak’ta Enstitü’ye intikal etti.

Düzenlenen kontratta Troçki’nin telif hakkı sınırlandırıldı ve on yıl sonraysa tümüyle Enstitü’ye geçeceği kayıt altına alındı. Bunun yararı, Troçki’nin geri kalan arşivini 1940 yılında Harward kütüphanesine devretmesiyle ortaya çıktı. USTE’de bulunan materyalı da edinmek hakkının doğduğuna inanan Harward Kütüphanesi kontrattaki sınırlamayı görünce bu isteminden vazgeçmek zorunda kaldı.

Posthumus, daha sonra arşivin geri kalan kısmı için Troçki’nin oğluyla Paris’te görüştü. Leo Sedov, bu konuda babasıyla görüşülmesini salık verdı. Bu nedenle Posthumus 24 Temmuz 1936 tarihi için Norveç’in Hönefess kentinde Troçki ile görüşme ayarladı. Bu görüşme, birçok konuyu açıklığa kavuşturdu. Troçki, arşivinin USTE’ye verilmesi konusunda gereken görüşmelerı yapacağı konusunda söz verdi.


Buna ihtiyaç vardı, çünkü arşiv Paris’te tek bir mekanda toplu olarak değil, birçok yere dağılmış vaziyette bulunuyordu. Nedeni Sovyet istihbarat örgütü GPU’nün sıcak nefesinin Troçki’nin ensesinde olmasıydı. Dağınık vaziyette tutulan arşivin toparlanması için Troçki’nin Paris’te ikamet eden oğlu Leo Sedov’un yardımına ihtiyaç vardı. Sedov’la yapılan görüşmeler sonuç verdi ve toplanan materyal peyderpey Rue Mechelet’de bulunan USTE’nin bürosuna aktarılmaya başlandı.


Ancak bu arada çok önemli bir olay meydana geldi: 1936 yılının 6 Kasım’ını 7 Kasım’a bağlayan gece USTE Paris Bürosu’na ‘hırsızlar’girdi. ‘Hırsızların’amacının Troçki arşivi olduğu gözle görülür biçimde belli oluyordu. İçeride 15 kutu malzeme bulunuyordu ve bunlar daha çok sürekli yayınlar, dökümantasyon ve çok önemli olmayan dökümanlardan oluşuyordu. Leo Sedov ve avukatına göre ise aralarında önemli evrakta bulunuyordu. Ancak bu hiç bir zaman kanıtlanamadı.

Paris büro şefi Nikolaevski hemen USTE direktörü Posthumus’ü telefonla arayıp kendisini bilgilendirdi. Posthumus, soruşturmada Troçki’nin adının zikredilmemesi için özellikle uyardı, ancak bunun yasal prosedür gereği olanaklı olmadığı anlaşıldı. Dolayısıyla Fransız gazetelerinin bir sonraki gün manşetlerini bu olay süslüyordu. Bunun üzerine Posthumus bir basın açıklaması yapmak zorunda kaldı ve arşivin bilimsel çalışmalar amacıyla Büro’da tutulduğunu belirtti.

Paris polisinin soruşturması herhangi bir sonuç vermedi. Ancak buna karşın hiç kimse bu işin GPU tarafından yapıldığından kuşku duymuyordu. Bu durumdan kendisini sorumlu tutan USTE Paris Bürosu şefi Nikolaevskij hemen istifasını yönetime sundu. Nikolaevskij’e göre ‘hain’ancak kendi çevresinden olabilirdi. Çünkü arşivin Büro’da olduğunu bilen kişi sayısı kendisiyle birlikte sekreteri Lidija Estrin, Troçki’nin oğlu Leo Sedov ve onun iş arkadaşı Mordka Zborowski’den başkası değildi. Sonra anlaşıldı ki ‘hain’dördüncü kişiydi, yani Zborowski. Hatta bizzat Büro’ya kadar gelip ‘teftiş’etmek zahmetine bile katlanmıştı!

Bu olay üzerine Enstitü acilen bazı güvenlik önlemleri aldı. Büro’da bulunan ve Birinci Enternasyonal’e ve Marx, Engels’e ait materyal hemen güvenceye alındı. Nikolaevskij, Büro’da yatıp kalkmaya başladı. Hatta polisin önermesiyle bir tabanca bile edindi. Enstitü’nün Amsterdam’daki merkez binasında da Troçki arşivinin bir bölümünün bulunması nedeniyle bir güvenlik görevlisi işe alındı. Bu arada kayıtlardaki Troçki adı ‘Abel’ile yer değiştirdi. Böylelikle arşivin her ihtimale karşı kamufle edilmesi yoluna gidildi.

Paris’teki bu olay Troçki arşivinin geri kalan bölümünün kaderini değiştirdi. Avrupa’nın güvenli olmadığını düşünen Troçki bunları Stalin’in elinin uzanamıyacağı Amerika’da herhangi bir kurumun daha iyi koruyabileceğini düşündü ve 1936 yılının Aralık ayında Norveç’ten Meksika’ya giderken belgelerini yanında götürdü. Daha sonra ise Harward Kütüphanesine devretti. Böylelikle Paris’teki USTE Bürosu’na dek uzanan Stalin’in ayak izleri Troçki arşivinin tamamlanmasını engellemiş oldu. Bu ayak izleri daha sonra Meksika’ya dek uzanacak ve Troçki’nin çalışma odasına dek sokulacaktı!” (5)



Zülfikar Özdoğan

zoz@iisg.nl.



(1) LeonTrotsky (Lev Davidoviç); gerçek adı: Lev Davidoviç Bronstejn; Ukrayna’nın Cherson eyaletinin Janovka kentinde doğdu (1879); Marksist teorisyen, bolşevik lider, Stalin’in rakibi; 1905 devriminde çok önemli rol oynadı; 1917'ye dek Rusya dışındaydı, Şubat Devrimi’nden sonra döndü ve hemen Bolşeviklere katıldı; Brets-Litovsk görüşmelerini yönetti; Kızıl Ordu’nun kurulmasında Savaş Komiseri olarak sorumlu görev üstlendi; Lenin’in ölümünden sonra Stalin’le çatışmaya girdi; 1927 yılında devlet ve parti görevlerinden alındı; 1929 yılında Türkiye’ye sürgüne gönderildi, daha sonra Fransa, Norveç ve Meksika’da sürgün yaşamı sürdü; Troçkist hareketin dünya çapında merkezini oluşturan Uluslararası Sol Muhalefet (ILO) oluştu; ILO Uluslararası Sekreteryası (IS) Paris’te kuruldu, 1930; ILO, 1933 yılında adını değiştirerek Uluslararası Komünist Liga (ICL) oldu; Dördüncü Enternasyonal Paris’te kuruldu, 1938. Troçki, 21 Ağustos 1940 tarihinde Mexico City kentinde öldürüldü.

(2) Ramon Mercader 1914 yılında Barcelona’ da doğdu ancak çocukluğu daha çok Fransa’ da geçti. İspanyol iç savaşında direnişçilerin safında yeraldı ve burada Sovyet istihbaratıyla ilişkisi kurduğu tahmin edliyor. Troçki’ ye düzenlediği suikastten sonra yirmi yıl hapishanede kaldı. Hapishaneden sonra yaptığı başvuru üzerine Küba yönetiminden oturum izini aldı. 1961 yılında ‘ Sovyetler Birliği kahramanı’ ünvanıyla ödüllendirildi. Ramon Mercader 1978 yılında Küba’ da öldü.

(3) Troçki İstanbul’da, Ömer Sami Coşar, 254 sayfa, Kitaş, İstanbul, 1969.

(4) ‘Exile in Büyükada / Büyükada’da Sürgün’, Turan Yavuz, 2002.

(5) ‘ Sosyal Tarih’, sayı 5, 2006, USTE Türkiye Bölümü.

Geen opmerkingen: